Daha sonra küçük yavru, bu âyetin dehşet ve heybetinden hasta olup ölüm döşeğine düştü, çok geçmeden de rûhunu teslîm etti.

Babası bu hâdise karşısında çok duygulandı. Öyle ki, sık sık oğlunun kabrine gider ve ağlayarak kendi kendine şöyle derdi:

“–Ey Ebû Bekir! Senin oğlun, Kur’ân’dan bir âyet öğrendi de Allâh korkusundan rûhunu teslîm etti. Sen ise bunca zamandır Kur’ân-ı Kerîm okursun, hâlâ hukûk-ı ilâhîden bir çocuk kadar dahî korkmazsın!”

Şüphesiz ki bu hâdise, Cenâb-ı Hakk’ın, kalbine rikkat ihsân ettiği küçük bir yavrunun îman hassâsiyetini sergilemektedir. Fakat Allâh’ın kelâmını nasıl bir tefekkür ve kalbî rikkat ile okumamız gerektiğiyle birlikte azamet-i ilâhiye karşısında bürünmemiz gereken kalbî tavıra, yâni haşyetullâh’a da işâret etmektedir. Bu hâle ulaşmanın yolunu Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan buyurur:

“Yoksa geceleyin secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiret azâbından sakınan ve Rabbinin rahmetini dileyen kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: «HİÇ BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?» Ancak akl-ı selîm sahipleri ibret ve öğüt alır.” (ez-Zümer, 9)

Buna göre Hak katında gerçek ilim, kulu Allâh karşısında takvâ ve haşyet duygularına sevk eden bir ilimdir, yâni mârifetullâhtır. Bu ilme vâsıl olabilmek içinse, âyet-i kerîmede bildirildiği üzere şu hususlara riâyet etmek îcâb eder:

  1. Geceleri secde ve kıyâm hâlinde olarak Cenâb-ı Hak’la kalbî beraberliği temin edebilmek.
  2. Her an, her hâl ve her davranışımızda âhiretteki hesâbın endişesi içinde olarak fânîliği unutmamak.
  3. Rabbimiz’in merhametini ümîd ederek dâimâ O’na duâ ve ilticâ hâlinde bulunmak. Zîrâ büyük ruhlar, dâimâ duâ hâlinde yaşarlar.
  • Cehennem Ayetlerinden Birini İşitince Ağlayarak Dua Eden Kimse

Mansûr bin Ammâr şöyle anlatır:

Bir gece sabah oldu zannıyla dışarı çıktım. Ancak henüz sabah olmadığını gördüm. Bir evin önünden geçerken içeride birisinin dertli dertli ağlayarak şu duâyı yaptığını işittim:

“İlâhî, çok günah işledim. Kendime yazık ettim. Maksadım Sen’in sözünü imtihan etmek değildi. Ben kendi nefsime yenik düştüm. Hem gördüm ki ne kusur işlesem Sen bir şey yapmıyorsun, Sen’in Settâr sıfatına aldandım. İşlediğim günahları câhilliğimden işledim. Hatâ ettiğimi şimdi anladım. Bana azâb etsen hâlim nice olur! Vay bana, vay bana! Yâ Rabbi! Kullarına Sırât’ı geçmelerini emrettiğin gün kimisi Cehennem’e düşecek, kimisi cennete geçecek. Acabâ bu miskin kulun hangi gruptan olur?!”

Bu arada Cehennem’den bahseden bir âyet işitildi. İçerde münâcâtta bulunan genç, bir kez “Âh!” etti ve iniltisi kesildi.

“Acabâ ne oldu ki sesi kesildi?” diye merak ettim. Evin yerini iyice tespit ettikten sonra evime döndüm. Sabah geldiğimde o kapı önünde bir cenâze vardı. Ne olduğunu sorduğumda annesi bana şunları anlattı:

“–Bu ölen oğlumdur. Peygamber Efendimiz’in soyundandır. Gece olunca namazgâhında sabaha kadar ağlardı. Gündüz kazandıklarını fakirlere infâk ederdi. Cehennem âyetlerinden birini işitince dayanamadı, ağlaya ağlaya düştü ve rûhunu Hakk’a teslîm eyledi.”

Ben de kendisine:

“–Ey hanım, oğlun cennete girdi. Çünkü Allâh korkusundan ağlayan, cehenneme girmez. Bu hâlde canını teslîm eden hiç cehenneme girer mi? Allâh’a şükret!” dedim.[6]

  • Yavuz Sultan Selim ve Zenbilli Ali Efendi

Yavuz Sultan Selîm Han, yapılan hatâ ve gâfilâne hareketlere karşı son derece celâlli bir pâdişahtı. Ancak bu celâli de, cemâli gibi Allâh’ın emirleri dâiresinde âdeta eriyip yok olmuştu. Ondaki Allâh korkusu her şeyin üzerindeydi. Bir seferinde, hazinedeki ihmallerinden dolayı vâkî olan hırsızlık sebebiyle yaklaşık kırk kişinin öldürülmelerini emretmişti. Durumu öğrenen Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, karar icrâ edilmeden buna mânî olabilmek için alelacele ve destur bile almadan Yavuz’un yanına vardı. Hâdisenin aslını bir de Sultan’dan dinledi. Yavuz:

“–Efendi Hazretleri! Duyduklarınız doğrudur, ancak sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız yoktur...” şeklinde sert bir cevap verdi.

Bunun üzerine Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, aynı sertlikle şu mukâbelede bulundu:

“–Sultanım! Ben size şer’î hükümleri bildirmeye geldim. Zîrâ bizim vazîfemiz sizin âhiretinizi korumaktır...”

Yüce İslâm’ın kıldan ince, kılıçtan keskin ölçüsü karşısında sâkinleşen Yavuz Sultan Selîm Han:

“–Umûmî ahvâlin düzelmesi için bir fırkanın öldürülmesine cevaz yok mudur?” diye sordu.

Zenbilli Ali Efendi:

“–Bunların öldürülmesi ile âlemin düzelmesi arasında bir alâka yoktur. Suçlarına göre cezâ gerekir...” dedi.

Koca orduları dize getiren pâdişah, başını önüne eğdi ve kararını geri aldı. Bundan son derece memnûn olan Zenbilli, tam huzûrdan ayrılıyordu ki, tekrar geri döndü. Kendisine merakla bakan Yavuz’a:

“–Sultanım! Birinci talebim, dînimizin hükmünü teblîğden ibâretti. İkinci bir talebim daha var ki, bu da sâdece bir ricâdır...” dedi ve ilâve etti:

“–Sultanım! Bu mücrimlerin suçları kendilerine âittir. Ancak onlar, hapisteyken mâsum âilelerine kim bakacak? Dolayısıyla sizden ricam, verilecek cezâ bitene kadar bu mücrimlerin âilelerine nafaka bağlamanızdır.”

Bu ikinci talebi de yerine getiren Yavuz, hiç şüphesiz ki farkında olduğu ilâhî mes’ûliyetin îcâbını îfâ ediyordu.[7]

  • Zenbilli Ali Efendi’nin Sultana İkazı

Yine buna benzer bir mes’elede Zenbilli Ali Efendi, Sultân’ı îkâz etmişti. Fakat Sultan, verdiği kararda kendisini haklı gördüğünden Şeyhülislâm’a evvelki gibi:

“–Sizin vazîfeniz devlet işlerine karışmak değildir!..” demişti.

Bu tehditkâr hitâba karşı Zenbilli Ali Efendi de pervâsız bir şekilde:

“–Sultanım! Bunlar âhiret işlerindendir ve bizim müdâhale etmeye hakkımız vardır. Şâyet verdiğiniz yanlış karardan vazgeçmezseniz, rûz-i mahşerdeki şiddetli azâba hazır olunuz!..” dedi.

Şeyhülislâm, bu sözlerinden sonra Sultân’a selâm bile vermeden dönüp gitti. O sıra sefer üzre olan Yavuz Sultan Selîm Han, hiç kimseden görmediği bu tavır karşısında biraz hiddetlendi ise de, hakîkati anladı ve Şeyhülislâm’ın îkâzını kabûl edip ona göre kararını değiştirdi. Zenbilli Ali Efendi’ye de özür dileyen bir mektup bıraktı.

Cihan pâdişâhı da olsa, kalbindeki Allâh korkusu, Yavuz’u kendi arzusuna göre hareket etmekten alıkoymuştur. Şeyhülislâm’ın Allâh korkusu ise ona büyük bir cesâret vermiş, her şeyi göze alarak Yavuz gibi sert bir pâdişâhı bile hiç korkmadan ikâza sevk etmiştir.

  • Mutasavvıfın Korkusu

Zamanın vezirlerinden biri, büyük mutasavvıf Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’yle görüştü ve:

“–Bana himmet buyur, gece-gündüz pâdişâhın hizmetiyle meşgulüm, iyiliğini umuyorum, fakat darılıp azarlamasından korkuyorum.” dedi..

Zünnûn Hazretleri ağladı ve:

“–Eğer ben, senin pâdişahtan korktuğun kadar Allah’tan korksaydım sıddîklar zümresinden olurdum.” dedi..