Esâsen bütün günah ve isyanların temelinde de, mârifetullah’tan mahrûmiyet, yani Cenâb-ı Hakkʼı lâyıkıyla tanıyamamak zaafı yer almaktadır.

Nitekim Kâsım bin Muhammed g, bir kişinin:

“–Falanca şahıs, Allâh’a karşı ne kadar da cürʼetkâr!” dediğini işitince, onu şöyle îkaz etmiştir:

“–Allâh’a karşı cürʼetkâr olmak, Âdemoğlunun haddine değildir! Onun hakkında ancak; «Allâh’ı ne kadar da az tanıyor!» diyebilirsin.”[2]

Dolayısıyla Allah Teâlâʼyı kalben tanıyan bir müʼmin, Oʼna hiçlik, yokluk ve acziyet duyguları içinde ilticâ etmeyi Cenâb-ı Hak için bir hak, kendisi için de zarûrî bir kulluk edebi ve şükür borcu bilir.

İSLAM’DA ADALET ÖRNEKLERİ

İslâm, kıyâmete kadar hükmü geçerli olan yegâne hak dindir. Âlem-şümûllük prensibinde de îzah ettiğimiz üzere, “kıyas” ile beraber, “içtihad” kapısının açık oluşu sebebiyle İslâm, beşeriyetin adlî ve hukûkî bütün ihtiyaçlarına da kâfî gelir.[3]

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, şerîat peygamberiydi. Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- ise ahlâkî kâidelere ağırlık vermişti. Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise her ikisini de cem etmiştir.

Allah Rasûlü’nün terbiyesinde yetişen İbn-i Mesut Hazretleri, Kûfe Hukuk Mektebi’nin temelini atmıştır. O mektepten Ebû Hanîfe Hazretleri ve talebeleri yetişmiştir. Hammurabi ve Solon gibi hukuk dehâları, Ebû Hanîfe Hazretleri’nin eline su dökemez.

Abbâsî Halîfesi Ebû Câfer Mansur, fıkıhta muhteşem bir seviyeye ulaşan Ebû Hanîfe Hazretleri’nin ilmî otoritesini, kendi iktidarına payanda yapmak istedi. Ona bu sebeple Bağdat kadılığını teklif etti. Fakat Ebû Hanîfe Hazretleri, ilmini siyasetin kirli emellerine kullandırmamak için bu teklifi reddetti ve bu sebeple zindana atıldı.

İslâm fıkhı, Mecelle’ye[4] kadar, kazuistik/meseleci bir metot içinde tekâmül etmiştir. Yani her mesele emsalsizdir. Bu sebeple fıkıhta, sabit kanunlar çıkarılmaz, milyonlarca ihtimal göz önünde bulundurulur.

Kadı; meseleyi, şahıslardan tecrîd ederek müftüye arz eder. Müftü, mahkemede zanlıların sergileyebileceği yanıltıcı psikolojik tavırlardan âzâde olarak meseleyi hükme bağlar. Bu yapı, Roma hukukunda da vardı. Ancak bu sistemin, hukukî alt yapısı çok güçlü olan hâkimlere ihtiyaç duyduğu, îzahtan vârestedir.

Günümüzde ise, “kanunlaştırmacı hukuk” vardır. Hâkimlerin vazifesi; bu sistemde, sadece dâvâları, kanunlarda tarif edilmiş maddelerle eşleştirmekten ibarettir. Kanaatleri son derecede sınırlandırılmıştır. Ancak hudutsuz çeşitlilikteki meselelerin, mahdut kanunlarla çözüme kavuşturulması gibi bir problem söz konusudur.

Bu sebeple, günümüzde neredeyse her dâvâ, üst mahkemelere gitmekte, orada zaman zaman yeni içtihatlarla karşılaşmaktadır. Zaman zaman da bu yönlendirmeler sayesinde farklı bir ihtiyacın farkına varılarak yeni kanunî düzenlemelere gidilmektedir. Böylece, her kanunun tatbikat bakımından dâimâ eksik olduğu îtiraf edilmiş olmaktadır.

Hak Teâlâ ile irtibâtını koparmış bir muhâkeme sisteminin tam ve gerçek bir adâlete hizmet etmesi zaten beklenemez.

Dolayısıyla vahyin rehberliğinden mahrum seküler anayasalar, değişen şartlar karşısında kifâyetsiz kalmaya mahkûmdur. Bu sebeple her devirde bu yasaları değiştirme ihtiyacı hâsıl olmaktadır.

Lâkin örnek yaşayışıyla fiilî bir Kur’ân tefsiri olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Vedâ Hutbesi ise, muhteşem bir anayasadır. Kıyâmete kadar değişmeden kalacak bir hak, hukuk, adâlet ve insanlık beyannâmesidir.

Merhum Necip Fazıl ne güzel hulâsa etmiş:

Her fikir, her inanış, tek mevsimlik vesselâm;

Zaman ve mekân üstü biricik rejim, İslâm...

Dipnotlar:

[1] Bu hususta tafsîlâtlı mâlumat için Aklın Cinneti DEİZM adlı kitabımıza bakılabilir.

[2] İbn-i Asâkir, Târîhu Dımaşk, c. 49, s. 180.

[3] Şeyh Seyfüddîn Hazretleri’nin irşâdından müstefîd olan Bâbürlü Sultanı Âlemgîr Evrengzîb (hükümdarlığı: 1658-1707), adâleti hakkıyla tevzî edebilmek için, Hanefî fıkıh kitaplarında dağınık hâlde bulunan kuvvetli görüşlerin hüküm ve fetvâlara esas olacak şekilde yeniden tasnif ve tanzim edilmesini emretti. Bu maksatla 40 kişilik bir heyet kurdu. Bu âlimlerin ortak çalışmasıyla 1664-1672 seneleri arasında el-Fetâva’l-Hindiyye (Âlemgîriyye) adlı eser kaleme alındı. Fetvâlar için, çokça tercih edilen ve kuvvetli rivâyetlere dayanan görüşler esas alındı. Sultan, ilmî çalışmalara bizzat nezâret etti ve eserin hazırlanması için hiçbir masraftan kaçınmadı. Eser tamamlandıktan sonra Sultân’ın emriyle devletin resmî makamlarınca tatbîke konuldu.

el-Fetâva’l-Hindiyye, müslüman Hint-Türk devletlerinde asırlarca adlî ve idârî sisteme esas teşkil etmiştir. Hemen hemen İslâm dünyasının her tarafında yapılan hukûkî düzenleme ve kanunlaştırma faaliyetlerinde ve İslâm hukûkuyla alâkalı araştırmalarda başvurulan temel kaynaklardan biri olmuştur.

[4] Ahmed Cevdet Paşa’nın (1823-1895) adliye nâzırlığı, Osmanlı müesseselerine yeniden ve Avrupaî bir şekil verme temâyülünün kuvvetlendiği bir hengâma rastlamıştı. Bu temâyül, adlî hayatımızı da tesiri altına almıştı. Bu tesir öyle bir safhaya geldi ki, asırlardan beri teşekkül etmiş olan ve örfümüzle yoğrulup dînî olduğu kadar aynı zamanda millî bir karakter de taşıyan hukukumuz için Batı’dan kânun ithal etme arzuları başgösterdi. Napolyon Code Civil’i denilen Fransız Medenî Kanunu aynen tercüme edilip alınarak, müslüman halka tatbik edilmesi gibi gâfilâne arzular belirmişti. Ancak Ahmed Cevdet Paşa, kendi ihtisas sahasındaki bu temâyülü büyük bir basîret ve firâset göstererek aslâ doğru bulmadı. Sarsılmaz bir dirâyetle bu yanlış gidişin önüne geçti. Zira aksi durumda ortaya çıkabilecek mahzurları açıkça idrâk etmekteydi.

İşte bu yoldaki gayretlerinin neticesi olarak, onun başkanlığında bir ilim heyeti tarafından hazırlanan ve muazzam bir hukuk âbidesi olan “Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye”, yani kısaca “Mecelle” denilen İslâm Medenî Kanunu meydana geldi.