Mel'ûn şeytan, bir üstâdın hizmetçisi kılığında Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanına gelip; "Efendim, size hizmet etmekle şereflenmek, feyiz ve bereketlerinizden istifâde etmek arzusuyla geldim. Lütfen kabûl buyurunuz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî kabûl etti. Şeytan yirmi sene kadar kendisine hizmet etti, ama bir kere olsun vesvese veremedi. Nihâyet ümidini kesip bir gün; "Ey üstâdım! Siz beni tanıyor musunuz?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Ben seni ilk geldiğin gün tanımıştım. Sen iblissin." dedi. Şeytan; "Ey Ebâ Kâsım! Ben senin kadar yüksek makam ve derecelere kavuşmuş olan bir zât daha tanımıyorum." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Ey mel'ûn! Hemen defol git. Şimdi de kendimi beğenme, ucub gibi bir duruma düşürmek ve beni mahvetmek arzusundasın değil mi? Bu çirkin maksadına kavuşamayacaksın. Haydi defol!" buyurdu.
Hayr-ün Nessâc bir gün evinde oturuyordu. Kalbine; "Ebü'l-Kâsım Cüneyd-i Bağdâdî kapıdadır. Çıkıp karşılayayım." diye bir düşünce geldi. "Fakat o buraya gelmez. Kalbime gelen düşünce vesvesedir." deyip o düşünceyi kalbinden attı. Biraz sonra aynı düşünce yine geldi. Yine attı. Üçüncü defâ gelince; "Çıkıp bakayım." dedi. Çıktı, Cüneyd-i Bağdâdî kapıda idi. Ona selâm verdi ve; "Ey Hayr! Kalbine ilk geldiği zaman niçin kalkıp kapıyı açmadın?" buyurdu.
Bir gün sohbetinde bulunanlardan biri, kendisini imtihan için yanına geldi ve bir suâl sordu. Cüneyd-i Bağdâdî; "Bu suâle söz ile mi, yoksa mânevî olarak mı cevap verelim?" dedi. O kimse; "İki şekilde de cevap ver." deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Keşke kendi kendini deneseydin. O zaman beni denemeye lüzum görmezdin. Mânevî cevap istiyorsan, böyle yapmakla artık bizim yolumuzdan ayrıldın. Allahü teâlânın dostlarını tecrübe etmeye, onları yaralamaya senin gücün yetmediğini bilmez misin?" buyurdu. Bunun üzerine hemen o kimsenin yüzü, simsiyah olup, kalbindeki bir parça yakîn de kayboldu. O kimse çok pişman olup yaptığına tövbe etti. Çok istiğfâr etti. Cüneyd-i Bağdâdî yine de o kimseye merhamet edip teveccüh etti. O kimsenin hâli bundan sonra daha düzgün oldu.
Kelâm ehlinden İbn-i Küllâb, bozuk fırkalar hakkında reddiyeler yazıyordu. Bâzı kimseler ona, tasavvuf ehlini de yazmasını söylediler. "Bunların reisleri kimdir?" diye sordu. Cüneyd-i Bağdâdî'dir dediler. İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî'ye birisini gönderip görüşlerinin ne olduğunu öğrenmesini söyledi. Cüneyd-i Bağdâdî buna buyurdu ki: "Bizim yolumuz, bâkî olanı, fânî olandan ayırmak, bâkî olan için, faydası olmayan her şeyden uzak durmaktır." Bu cevap, İbn-i Küllâb'a gelince; "Bu nasıl bir şeydir ki, bizim bunu anlamamız dahi imkânsız." deyip, Cüneyd-i Bağdâdî'nin bulunduğu meclise gitti. Ona tevhîd hakkında bir suâl sordu. Cüneyd-i Bağdâdî'nin verdiği cevaptan hayrette kalıp; "Bu cevâbı tekrarlar mısınız?" dedi.Cüneyd-i Bağdâdî daha değişik bir şekilde cevap verdi. İbn-i Küllâb'ın hayreti daha da artıp; "Bu cevâbı da tekrar eder misiniz?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî bu sefer de daha başka bir şekilde cevap verdi. İbn-i Küllâb; "Söylediklerinizi kavrayabilmem, ezberleyebilmem imkânsız. Bâri bunları söyleyin de yazayım." dedi. Hazret-i Cüneyd-i Bağdâdî; "Eğer, bütün bunları söyleyen, ben olsaydım yazdırırdım." buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Küllâb, Cüneyd-i Bağdâdî'nin büyüklüğünü kabûl ve ona hayranlığını îtirâf etti.
Ebû Amr isminde bir zât bir sene hacca gidiyordu. Vedâlaşmak için Cüneyd-i Bağdâdî'ye uğradı. İhtiyacı olmadığı hâlde, bereket olarak yanında bulunması için kendilerinden bir dirhem borç istedi. Fakat yanlarında hiç para olmadığını da biliyordu. Buna bir müddet baktılar. Sonra cebinden bir dirhem çıkarıp ona verdiler. Hacca gitti. Döneceği zaman, Medîne-i münevverede; Cüneyd-i Bağdâdî'ye bir yüzük alıp hediye götürmek aklına geldi. Yüzüğü aldı. Bağdat'a döndü. Cüneyd-i Bağdâdî'nin ziyâretine gitti, fakat yüzüğü evde unuttu. "Neyse şimdi yüzükten hiç bahsetmem, sonra ziyâret ettiğimde yüzüğü takdim ederim." dedi. Ziyâret ettiğinde; "Efendim! Hacca giderken sizden ödünç olarak aldığım bir dirhemi iâde etmek istiyorum." dedi. O da; "Biz onu, Medîne-i münevvereden getirip de evde unuttuğunuz yüzük gibi unuttuk, o zaman hediye etmiştik." buyurdu.
Çocuğu kaybolan bir kadın, Cüneyd-i Bağdâdî'ye gelip çocuğunun bulunması için duâ taleb etti. Cüneyd-i Bağdâdî duâ etti. Çocuk bulundu.
Cüneyd-i Bağdâdî bir gece uyandı. Uyumak istiyor, uyuyamıyordu. Oturmak istiyor, oturamıyordu. Bir zaman sonra kapıyı açıp dışarı çıkınca; birinin üzerine bir aba örtüp, büzüldüğünü gördü. Cüneyd-i Bağdâdî'yi görünce başını kaldırdı ve; "Ey efendim! Bu kadar bekletilir mi?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Gece geç vakitte geldiniz." buyurdu. O kimse; "Kalplere hareket veren Allahü teâlâdan, sizin kalbiniz bana teveccüh etsin diye taleb ettim." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Ne istiyorsunuz?" diye sordu. O kimse; "Nefsin hastalığına ilaç yok mudur?" deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Nefsin ilacı, isteklerine muhâlefet etmektir." buyurdu. Bunun üzerine o kimse, kendi kendine; "Ey ahmak nefsim! Bunu ben sana kaç defâ söyledim. Ama sen Cüneyd'den duymayınca inanmadın." dedi.
Bir gün Cüneyd-i Bağdâdî câmide iken bir zât içeri girdi ve iki rekat namaz kıldı; sonra bir kenara çekildi. Biraz sonra, işâret ile Cüneyd-i Bağdâdî'yi yanına çağırdı. Yanına gittiğinde; "Ey Ebü'l-Kâsım! Allahü teâlâya ve dostlara kavuşma vaktim yaklaştı. Vefâtımdan sonra yıkanmam, kefenlenmem ve defnim bittikten sonra senin yanına bir genç gelir, elbisemi, asâmı ve su kabımı ona verirsin. O, Allahü teâlâ katında mânevî derecesi olan birisidir." dedi. O zât vefât edip, gömüldükten sonra Cüneyd-i Bağdâdî'nin yanına bir genç geldi ve; "Emânet nerede ey Ebü'l-Kâsım?" dedi. O da; "Sen bunu nereden biliyorsun? Bize söyle." deyince; "Falanca yerde bulunuyordum. Gizliden bir ses bana; "Kalk! Cüneyd'e git. Ondaki şu şu emâneti al. Sen ebdal denilen evliyâdan birinin yerine tâyin edildin." dedi. Bunun üzerine Cüneyd-i Bağdâdî emânetleri ona verdi. O genç gusül abdesti aldıktan sonra, o elbiseleri giyip, gitti.
Cüneyd-i Bağdâdî bir yolculuğu sırasında Kûfe'ye uğradı ve şehrin ileri gelenlerinden birisinin sarayını gördü. Saray çok güzel ve süslü, kapısında hizmetçiler vardı. Penceresinde birisi şu mânâda şiir söylüyordu: "Ey Saray! Sana hüzün, gam, keder, girmez. Zaman senin sâkinlerine, içindekilere bir şey yapmaz. Sen muhtaçlar için ne güzel bir konaksın." Aradan bir müddet geçtikten sonra Cüneyd-i Bağdâdî oraya tekrar uğradı. Bu sefer o sarayı öncekinden daha başka buldu. Kapısı kararmış, içinde yaşayanlar dağılmış, o güzelim saray perişan virâne bir vaziyetteydi. O manzara lisan-ı hâl ile sanki şunları fısıldıyordu: "Bu sarayın güzellikleri gitti. Yerini gördüğün şu manzara, aldı. Zaman içerisinde hiçbir şey aynı iyi hâl üzere kalmaz. İşte gördüğün şu saray güzel durumunu bu yalnızlık, gariplik hâline, sevincini gam ve kedere bıraktı." Cüneyd-i Bağdâdî sarayın kapısını çaldı. İçeriden gâyet zayıf bir sesle birisi; "Buyurun." deyince; "Bu sarayın o güzelliğine ne oldu? Nerede onun o parlak hâli, nerede onun içerisinde en kıymetli elbiselerle gezinenler, hani o gelip giden ziyâretçileri?" diye sordu. O şahıs ağlayarak; "Efendim! Onlar burada emânetçi olarak kalıyorlardı. Ömürleri bitip, bu dünyâdan âhirete göçtüler. Dünyânın hâli böyledir. Ona gelen gider. Bu dünyâ kendisine iyilik edenlere kötülük eder." dedi.