HAK ve ADALET
Adâletin tanımı için Hz.Peygamber (sav) “adâlet eşyânın (yâni canlı-cansız her şeyin) yerli yerine konmasıdır.” diye buyurmuş. Hz. Ömer’e (ra) nisbet edilen bir söze göre de (El adlü esâsü-l’ mülk) “adâlet mülkün temelidir.” Bu tanım ve tariflere göre de hak ve adâlet, bir bakıma eş anlamlı ve sinonim kelimelerdir. Hakkın çoğulu “hukûk” da adâletin ve hakların yerine getirilmesi için bir ıstılah olarak kullanılmaktadır. Bu ıstılahın üç anlamından birincisi adâlet müessesesinin, ikincisi bir bilim dalının adıdır ve üçüncüsü de hakların ve adâletin tevzî edilmesi anlamına gelir. Kendini gerçekten mü'min bilen kişi; her işini Hak ism-i şerifiyle irtibatlı olarak yerine getirmeye çalışır. Her faaliyetinde Hakk’ı esas alır.[21]
Yukarda açıklandığı üzere, Hak ve Adâlet terimleri müterâdif, eş anlamıyla birbiri yerine kaim olur. Nebi’nin (sav), adâletin târifi için, “adâlet, eşyânın (her şeyin liyâkatına göre) yerli yerine konmasıdır” diye buyurmuş olması bir hayli te’vil ve tefsire sebeb olmuştur. Eğer şeyler (yâni eşyâ) yerli yerine konmazsa; o zaman, sayısız haksızlık ve zulme sebeb olur. Makamına lâyık olmayan hakim, muallim, komutan, siyâsetçi ve idâreci kim olursa olsun, zulme sebep olmaktan kurtulamaz. Çünkü adaletin olmadığı yerde hak, hakkın olmadığı yerde de adâlet olamaz. Bu iki terim, çoğunlukla birbiri yerine ikâme edilir.
Göklerin mizânı ve yerlerin düzeni, ancak hak ve adâletle mümkündür. Bütün canlı mahlukâtın kâbiliyet, istîdât ve hal diliyle taleb ettikleri; ihtiyac-ı fıtrî ve ızdırar lisanıyla duâ edip istedikleri her şeyi; Allah, Hak ve Adl isminin fazlı ve keremi sebebiyle, inâyet ve rahmetiyle ihsan ediyor. Gönül ve hal diliyle isteyen her muhtaç mahlûkuna, ism-i Adl ve Hak adıyla cevap veriyor, hikmetiyle yardımlar gönderiyor. Her şeyde adâlet ve mîzanla iş görüldüğüne dair delil istersen; mahlukâta hassas mizanlarla ve özel ölçülerle vücut verip suret giydirmesi; onları vazifeli oldukları yerlerine koyması ve bir mîzâna (ekolojik dengeye) göre, her bir canlıyı yerli yerinde istihdam ederek çalıştırması; her birini özel silahlarıyla koruması; bu vaziyeti gören gözlere ve anlayan akıllara gösteriyor ki, bütün bunlar ancak kudreti sonsuz birinin hak ve adaletiyle mümkün olur.
İlmî araştırma, adâlet ve hukuk, söylendiği gibi “tarafsızlık ilkesi” yerine, (eşyadaki derinlik gibi) her zaman üçüncü bir taraf olan “hak” kın yanında yer almalı ve hakka taraftar olmalıdır. Âlimin, hâkimin ve hakemin aslî vazifesi, Hakk’a bağlılık adına gerçeğe ve hukuka saygılı olmaları ve kendilerini hakka zimmetli ve borçlu bilerek yaşamalarıdır. Mü’min kimseler, bütün ömürlerini hak ve adâlet saygısı içinde geçirirler. Fânî ve zâil olan dünyevi şeylerin izâfî değerlerini, hakkın ikamesi adına değerli bilirler. Latîf olan Allah’ın lütfu olarak kabul ederler. Hamd ve şükre vesile olduğu için kıymet verirler. Paylaşım ve bölüşümde, iyi niyetle adâlete vesile olduğu için, sever ve sevilirler. Çünkü Allah, âdil olanları sever ve hakkın zıddı olan zulme taraftar olanları da cehennemle tehdît eder. Evet, adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfidir. Fâtır-ı Zülcelâl, mahlûkunun istediği bütün ihtiyaçlarını, vücut ve hayatına lâzım olan bütün haklarını (azgınlık ve tuğyâna sebep olmayacak derecede) özel ölçülerle cevaplar ve ihsan eder. Demek ki eşyâda adalet, vücut ve hayat derecesinde kat'î vardır. İkinci kısım adâlet menfidir ki, haksızları ceza ile terbiye etmektir.[22] Cennet olmazsa, Cehennem tâzip etmez. Cehennem olmazsa cennet lezzet vermez. Hastalık olmazsa sıhhatin kıymeti, sıhhat olmazsa hastalığın hikmeti bilinmez.