Huzeyfe -radıyallâhu anh- o andaki hâlet-i rûhiyesini şöyle anlatır:
“Hayatımda birçok hâdiseyle karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırıp heyecanlandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde; bunların birbirlerine karşı bu derecedeki diğergâm, fedâkâr ve şefkatli hâlleri, yani son nefeslerini de hayatlarındaki gibi fazîlet içerisinde vermeleri ve; «Ancak müslüman olarak ölünüz.» (Âl-i İmrân, 102) âyet-i kerîmesinin şuuru ile hayata vedâ edebilmeleri, gıpta ile seyredip hayran olduğum en büyük îman celâdeti olarak hâfızamda derin izler bıraktı…”
Ümmete vefâyı öğreten Fahr-i Kâinât Efendimiz’dir.
Akabe bey‘atlerinde Medineli heyetin içerisinde bulunan Ebu’l-Heysem bin et-Teyyihân;
“‒Ey Allâh’ın Rasûlü, bizimle Sen’in kavmin arasında anlaşma var. Biz bu şekilde Sana söz verince anlaşmayı ortadan kaldırıyoruz. Biz Sana bey‘at edip söz verdikten sonra; Allah Sana tekrar kavmine dönecek güç ve kuvveti verirse, Sen’in onlara dönüp bizi bırakmandan endişe ederiz.” demesi üzerine, Sevgili Peygamberimiz tebessüm etti ve ona şu cevabı verdi:
“‒Kanınız kanım, mezarlığınız mezarımdır. Ben sizdenim, siz de bendensiniz. Düşmanlarınız düşmanım, dostlarınız dostumdur.”
Tarih; Allah Rasûlü’nün sözüne sâdık kaldığına, kendisine kucak açanlara karşı hiçbir zaman vefâkârlıktan ayrılmadığına, kendisine yapılan iyiliği asla unutmadığına şahitlik etti. Bir gün Mekke’yle beraber bütün Arap Yarımadası’na hâkim olmasına rağmen, doğduğu ve büyüdüğü şehir olan Mekke’ye geri dönmedi.Söz verdiği gibi vefât edinceye kadar hep Medine’de ikāmet etti, orada vefât etti ve oraya defnedildi.
Peygamberimiz için en mühim mesele, İslâm’ın istikbâli ve tebliği idi. Bu hususta hizmet eden herkese de büyük vefâ gösterdi.
Habeşistan hicretinin üzerinden yıllar geçmişti. Bir defasında Habeşistan hükümdarının elçileri, Rasûl-i Ekrem’in huzûruna geldiler. Hazret-i Peygamber bunlarla yakînen ilgilendi, hattâ onlara bizzat hizmet etti. Ashâbın bu hizmeti kendilerinin yapabileceğini söylemeleri üzerine, Peygamber Efendimiz’in verdiği şu cevap çok mânidardır:
“Bunlar Habeşistan’a göç etmiş olan ashâbıma yer göstermiş, ikrâm etmişlerdir. Buna karşılık şimdi ben de onlara hizmet etmek isterim.”
Mü’minler arasındaki sadâkat ve vefâ; ashâbın izinden giden, onlara ihsân üzere tâbî olan ecdâdımızın hayatında da dillere destan misallere sahiptir.
Meselâ tarihimizdeki büyük kahramanların muvaffakiyetlerinin ardında, onlara büyük bir vefâ ve sadâkatle bağlı nice bahadırlar vardır.
Bir misal verelim:
Yavuz Sultan Selim Han; meşhur celâdetine rağmen, aynı zamanda çok hassas ve ince ruhlu bir insandı.
Devlet ve memleketin içinde bulunduğu karışıklığı sona erdirmek için, kardeşi Şehzade Korkut ile harp etmek zorunda kalmıştı. Korkut bu mücadelede vefât etti. Yavuz Han, ittihâd-ı İslâm uğruna kardeşini kaybettiği için çok üzüldü.
Daha sonra Korkut’un hizmetinde olup da esir alınan kişiler, Padişah’a arz edildi.
Korkut’un sâdık adamlarından Piyale Paşa’ya Yavuz şunları söyledi:
“–Seni, büyük bir fazîlet olan sadâkatin sebebiyle, affediyorum! Bu sadâkatinin mükâfâtı olarak da seni istediğin makama tayin edeyim. İstersen vezirim ol!”
Yavuz’un bu teklifi, eşsiz bir vefâ idi.
Lâkin; Piyale Paşa da, kendi kâ‘bına varılmaz vefâsını şöyle îlân etti:
“–Sultanım, madem fakire iltifat ediyorsunuz; Korkut’a bir türbe inşâ ediniz de, beni de ona türbedâr tayin ediniz. Bundan sonra benim vazifem Şehzade Korkut’un türbedârı olmaktır!..”