Benlik ve iddiâ, rûhânî hayâtın kanseridir. Benlik ve iddiânın kaynağı ise insanın, ilâhî kudret karşısında kibirlenmesidir. Yani büyük bir sahrada bir kum tanesi bile olmamasına rağmen bu mevkîini unutarak elindeki, Allâh’ın ihsan ettiği birtakım emânet imkânlara aldanmak sûretiyle kendisini büyük görmesi, kibirlenmesidir. Kibir ise, hiç şüphesiz insana, onu olduğundan daha güçlü, hünerli ve kabiliyetli gösterir. Oysa mahlûkâtta ne kadar güç varsa, Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği güç değil midir? Bu hakîkati idrâk edemeyenlere çok yazık! Nitekim Firavun ve Nemrud’un ilâhlık iddiâsına kadar varan kibirleri ve neticede ilâhî intikâma dûçâr olmaları mâlûmdur.
KENDİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR Bu yüce ve ilâhî terbiye neticesinde, Resûlullâh (s.a.v.) ve sahâbe-i kirâmın hâli, bütün ümmete ebedî bir örnek teşkil etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke’yi fethinde, o gün aslında içine girdiği şehirden çok gönülleri fethetmişti. O mübârek beldeye girerken de zafer işaretleriyle değil, şükrân hisleri içinde ve devesi üzerinde secde hâlinde idi.İşte bütün bu yüce hâller:“Nefsini bilen Rabbini bilir!..” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 361) düsturunu tâlim etmektedir.
KENDİNİ BİLEN İNSAN Kendini bilen bir insana misal olarak, Hz. Hüseyin (r.a.)’in başından geçen şu olay ne kadar ibretlidir: Bir gün Hz. Hüseyin (r.a.) yoldan geçerken, ekmek kırıntıları yiyen fakirlere rastladı. Fakirler:“–Ey Allâh’ın kulu! Buyur, gel!..” diye davet ettiler. Hz. Hüseyin (r.a.), kibirli bir insan olmadığı ve kibirlilerden de hiç hoşlanmadığı için hemen atından inip onlarla beraber yediklerinden yemeye başladı. Yemek bitince, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in güzel torunu:“–Ben, sizin davetinize uydum. Haydi, şimdi de ben sizi davet ediyorum. Buyrun, bizim eve!..” der. Hep beraber hane-i saadetlerine gidip yemek yerler.