Kıymetli okuyucular
Bu günkü yazımızın konusu, insanı içinden kemiren doğru yönetilmediği zaman büyük bir musibete dönüşen manevi hastalıklardan “hased” hakkındadır. Hased, “nimet verilmiş olan kimseden o nimetin zevalini istemek, yani nimetin yok olarak o kimsenin mahrum kalmasını temenni etmek” diye tarif edilmiştir.
Hased, dinimizin yasakladığı kötü ahlâklardan biridir. İnsanın boş yere başkasına bakıp” ah” çekmesi, onu gözünde büyütüp kendi yüreğini tutuşturması, netice itibariyle dünya ve ahirette zarardan başka bir şey elde edememesi, insanın kendine yapabileceği büyük bir zülumdur. Zira bu duygu terbiye edilmediği zaman, dünyada insanın yüreğini yaktığı gibi, peygamber efendimizin tabiriyle ahiret gününde de “ateşin odunu yakıp bitirdiği gibi onun amellerini yakar.”
Peki neden; Çünkü bu duygunun ifrat derecesi, Âlemlerin Rabbinin taksimatına razı olmamak, onun taksimatını beğenmemek ona itiraz etmek, demektir.
Evet “azazil” i şeytanlaştıran bu duygu idi, Kibir ve hasedinden iblis Cenab ı Allah’a, Âdem(a.s) için, “ben ondan faziletliyim beni ateşten, onu topraktan yarattın” diye itiraz ediyor, kendince akıl veriyordu, keza ilk cinayet olan Kabil’ in Habil’i öldürmesi de bu sebebe dayanıyordu.
Kıymetli okuyucular
Malumdur ki insanoğlu, kendi hem cinslerine karşı üstün olmak arzusu ile yaratılmıştır. Bu his gereklidir ve birçok beşerî ilerlemenin temel dinamiğidir. Bu anlamda, İnsanın bu fıtrî meyli bir kusur değil, bilakis bir imtiyazdır. Ancak bunun akıl ve irade ile doğru yolda tutulması gerekmektedir ki, bu ölçü "gıbta"dır. Gıpta, başkasında olan nimetin kendinde de olmasını arzulamak ve bu yönde gayret göstermektir. Gıbtada, başkasının o nimetten mahrum olma temennisi yoktur.
Görüldüğü üzere, karşı tarafın mahrumiyeti ile kendisinin yükselmesi veya en azından eşitlenmesini istemek (hased) ile, ondaki nimete sahip olarak ona yetişmeyi veya onu geçmeyi temenni etmek arasında büyük fark mevcuttur. Bu sebeple Gıbta mü'minin, hased münafığın vasfıdır.
İşte diğer birçok duygu gibi, iyiliğe kanalize etmek amacıyla, bu duygu da insana fıtri olarak verilmiştir.
Önemli olan husus, bu duyguyu taşımak değil, bu duyguyu gerektiği gibi kullanmak bunu “hased” boyutuna taşımamaktır. Onu yok sayma yerine, onu kanalize etmek, iyiliğe çevirmektir. Ve bunu iradi ve şuurla yapmaktır, böylece nefsiyle mücahede etmek ve imtihanı kazanmaktır.
Şu halde, İslamî terbiyede bunları insandan çıkarıp atmak diye, bir mesele mevcut değildir. Ama bunların istikâmetini değiştirmek gerekmektedir.
Hased ile gıbta birbirine benzeyen ama zıd hasletlerdir. Tıpkı tevazu ile tezellül gibi, vekar ile tekebbür gibi, israf ile cömertlik, iktisad ile cimrilik gibi. Bunlar zahirde bir benzerlik taşısalar da hakikatte zıttırlar, biri övülen, diğeri yerilen hasletlerdir.
Öyleyse davetçiler, terbiyeciler, muhataplarına hitab ederken insanda "yasaklanan" bu huyların meşru ve kullanılması câiz olan yerlerini açıklamaları ve göstermeleri gerekir. Bu konuda Bediüzzaman hazretleri şöyle tesbitte bulunur.
"...Tahmîn ederim ki, nâsihlerin nasîhatları, şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki; ahlâksız insanlara derler: "Hased etme! Hırs gösterme! Adâvet etme! İnad etme! Dünyayı sevme! Yani, fıtratını değiştir" gibi zâhiren onlarca mâlâyutâk (güç getirilemeyecek) bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz." Hem nasîhat te'sîr eder, hem dâire-î ihtiyarlarında bir emr-i teklîf olur."
O halde” dünyayı sevme, hased etme” demek bir anlamda beyhudedir. Çünkü bu duygular fıtratta mevcuttur. İşte bu duyguları doğru mecraya sevketmek için alternatif sunmak, irşad edicilerin görevi olmalıdır.
Değerli okurlar
Bu kötü hastalığın zararlarını biraz düşünelim;
Bu mezmum ahlâk önce hased edene zarar verir. Başkasında gördüğü her nimet, onu rahatsız eder, hatta komşunun tavuğunu gözünde büyüterek onu kaz olarak görür, kimsenin bir lokma ekmek yemesine gönlü razı olmaz, doyumsuz olur ve bu maraz ahlakına ve fiillerine yansır. Kendisi için için yanarken, başkasını da tutuşturur. İşte onun içindir ki Felâk sûresinde "hasedcinin hased ettiği zamanki şerrinden Allah'a sığınmak" emredilmiştir.
Yani hasedci kimse, içinde geçen hased ve çekememezlik duygularının muktezasını gerçekleştirmek için harekete geçtiği takdirde son derece zararlı olabilmektedir. Zîra böyle nefislerin göze almayacağı kötülük, başvuramayacağı hile yoktur. Sahip olma duygusunu tutkuya dönüştürdü mü kimi zaman can alır, can verir.
Son olarak bu duyguyu yönetebilirmiyiz acaba…
Bir mü'mine yakışan, hased hissi içinde doğduğu zaman, bundan nefret edip defetmeye çalışmaktır, tıpkı haram şeyleri yapmak hissi içinden geçince yaptığı gibi.
Bu duyguyu tedavi hususunda insan birçok nimete mazhar kılındığını, sahip olduklarının hak etmediği halde kendisine ihsan edildiğini, dünyevi nimetlerin birer imtihan olarak insanlara farklı verildiğini hatırında tutmalıdır. Bir gün her şeyden sorulacağının bilinciyle ve dinimizin irşadıyla hased değil gıpta etmelidir.
Yoksa büyüklerimizin tabiriyle “hasud mağmumdur” yani dert ve keder ile doludur. “Ah” ile bir ömür tüketir, kendini ve amellerini ateşin odunu tükettiği gibi tüketir.
Dinimizin hayat veren güzelliklerini, hak ve hakikatı anlamak, anladığını yaşamak temennisiyle…
Allah a emanet olunuz…