Ayyaş Bin Ebi Rebîa, Kureyş’in Mahzumi koluna mensubtur. Mekke’de doğup büyüdü. O, İslâm’ın çile dolu ilk yıllarını yaşadı. Eziyetlere ve ambargolara karşı direndi. Müşriklerden ağır işkenceler gördüğü için hanımı ile Habeşistan’a ikinci grup içerisinde hicret etmek zorunda kaldı. Oğlu Abdullah orada doğdu. Habeşistan’dan döndükten sonra Hazreti Ömer radıyallahu anh ile beraber Medine’ye hicret etti. Ayyaş Bin Ebi Rebîa radıyallahu anh, Hâlid Bin Velîd radıyallahu anh’ın amcazâdesidir. Aynı zamanda İslâm’ın azılı düşmanı Ebû Cehil’in ana bir kardeşidir.

Medine’ye hicret ettikten sonra kardeşleri Ebû Cehil ile Hâris Bin Hişâm, bir bahane ile onu Mekke’ye geri götürmek için ona tuzak kurdular. Annelerinin onu tekrar görünceye kadar yas tutacağına yemin ettiğini söyleyerek Mekke’ye dönmesini istediler. O, Hazreti Ömer radıyallahu anh ile durumu değerlendirdi.

HZ. ÖMER'İN İKAZI

Hazreti Ömer radıyallahu anh kardeşlerinin kötü niyet ve emeller beslediğini söyledi. Oyuna gelmemesi için onu uyardı. Fakat o, Mekke’de kalan bir miktar malını almak ve annesini ziyaret etmek düşüncesiyle dönmeye razı oldu. (Üsdü’l-ğâbe, IV, 3081)

Bunun üzerine Hazret-i Ömer radıyallahu anh arkadaşına merhamet edercesine:

“-Artık, sen yapmak istediğini yapacaksın! Bari şu devemi al! Bu, soylu, süratli ve uysal bir devedir. Sen daima onun üzerinde bulun. Kavminden şüphelenirsen, onunla kaç, kurtul!” diyerek bir yol daha gösterdi.

Ayyaş Bin Ebi Rebia radıyallahu anh bunu kabul etti ve deveye binip müşrik kardeşleriyle birlikte Mekke’ye geri döndü. Yolun uzun bir kısmını gittikten sonra Ebu Cehil ona sinsice yaklaştı ve: “-Ey kardeşim! Vallahi bu devem artık beni taşıyamıyor! Sen beni şu devenin üzerine, terkine alamaz mısın?” dedi. O da gayet saf ve samimi olarak: “Olur!” deyip devesini çöktürdü.

Devesinin üstünden yere indiği zaman, müşrik iki kardeşi üzerine çullandı. Ayyaş Bin Ebi Rebia radıyallahu anh’ın ellerini, kollarını sımsıkı bağladılar. O vaziyette Mekke’ye götürdüler. Gündüzün aydınlığında Mekke’ye girdiler. Kendilerini karşılayanlara şöyle seslendiler:

“-Ey Mekkeliler! Bizim bu beyinsizimize yaptığımız gibi siz de kendi beyinsizlerinize böyle yapınız!” Onu elleri bağlı vaziyette annesinin yanına götürdüler. Hatta Ebu Cehil ile Haris onu dövdüler. Uzun müddet de Medine’ye dönmesine engel oldular.” (İbn İshak, c. 2, s. 119; Ebu’l-Fidâ, c. 3, s. 172; Muhtasar-ı Târîhi Dımeşk, XX, 54-58; M. Asım Köksal, İslam Tarihi 2/296-298)

Ayyâş Bin Ebi Rebia radıyallahu anh’ın başından geçen bu hâdise üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu: “Biz, insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer onlar, seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) Bana şirk koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme! Dönüşünüz ancak Bana’dır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber vereceğim.” (Ankebût: 8) (Alûsî, Rûhu’l-meânî, XX, 139)

Bu yüzden o, Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına katılamadı. Onun ve onun vaziyetinde olan bazı Müslümanların durumuna çok üzülen Sevgili Peygamberimiz bir müddet sabah namazlarında rükûdan doğrulduktan sonra, “Allahım! Velîd Bin Velîd, Seleme Bin Hişâm, Ayyâş Bin Ebû Rebîa ve Mekke’deki diğer güçsüzleri kâfirlerin elinden kurtar” diye dua etti. (Müslim, “Mesâcid”, 294-295)

Kısa bir zaman sonra Velîd hapisten kurtulup Medine’ye geldi. Sevgili Peygamberimiz, Ayyâş ile Seleme’nin işkence altında yaşadıklarını öğrenince Velîd’i tekrar Mekke’ye gönderdi ve birlikte Medine’ye kaçmalarını emretti. Onlar da üç günlük bir yolculuktan sonra umretü’l-kazâ’dan dönmekte olan Müslümanlara katılarak Medine’ye geldiler.

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz onlar için on beş gün dua etmişlerdi. Ramazan Bayramı’nın sabahında bu duayı bıraktılar. Hazreti Ömer radıyallahu anh bunun sebebini sorduğunda şöyle buyurdular: “–Onların geldiğini bilmiyor musun?”

Tam o esnâda yol açıldı, Velid arkadaşlarını getiriyordu. Velid nefes nefese Allâh Resûlü’nün huzuruna geldi ve rûhunu teslim etti. Fahr-i Kâinat sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz onun hakkında: “–Bu kişi şehittir, ben buna şâhidim!” buyurdular. (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitir, 10/1442; Beyhakî, Sünen II, 200)