Mekke’de sabır, sebat ve tahammül şeklinde gerçekleşen cihat; Medîne’de artık bir “İslâm site devleti”ne kavuşan Müslümanlar için nizâmî bir hâl aldı. Mekkeli müşriklerin tehditlerine karşı, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem, mü’minleri cihâda hazırladı.
Nitekim daha Akabe Bey‘atlerinde Abdullah bin Revâha radıyallâhu anh ayağa kalkarak, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’e:
“–Yâ Rasûlâllah! Rabbin ve kendin için bize istediğin şartı koşabilirsin.” demişti.
Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“–Rabbim için şartım, O’na ibadet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartım ise canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumanızdır.”
Medîne’den gelen mübârek sahâbe topluluğu sordular:
“–Böyle yaparsak karşılığında bize ne var?”
Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem cevâben:
“–Cennet var!” buyurunca oradakiler:
“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu;) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)
Cenâb-ı Hak, Mekkeli Muhâcirleri malları ve canlarıyla cihât edenler olarak tarif etti ve onların Medîneli Ensâr ile kardeşliklerini medh ü senâ buyurdu:
“Îmân edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihât edenler ve (Muhâcirleri) barındırıp yardım edenler var ya, işte onların bir kısmı diğer bir kısmının dostlarıdır…” (el-Enfâl, 72)
Bedir Gazvesi, mü’minlerin ilk harbi ve ilk zaferi oldu. Îman asabiyeti, ırkî asabiyeti bertaraf etti. Öyle ki akrabalar, kardeşler, hattâ baba ile oğul, hak ve bâtıl dâvâları uğruna kılıç kılıca geldi.
Uhud’da ise cihat hususunda bazı imtihanlar yaşandı:
- Başta istişâre esnasında Peygamber Efendimiz’in müdâfaayı tercih eden görüşüne muhalefet,
- Daha sonra harp esnasında okçuların mühim bir kısmının mevzîlerini terk etmesi ve,
- Müşriklerin orduyu arkadan kuşatması esnasında bazı Müslümanların dağılması gibi birtakım imtihanlar yaşandı.
Uhud Gazvesi’nden sonra Saff sûresi nâzil oldu. Bu sûrede; mü’minlere cihad hususunda “yapamayacakları iddiâlı şeyleri söylememeleri”[1] tâlim edildi. Cenâb-ı Hakk’ın böyle iddiâlı tavırlarla konuşanları değil, “bünyân-ı mersûs” / duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi, saf bağlayarak savaşanları sevdiği bildirildi.[2]
Ashâbın cihâd hususundaki îman heyecanını gösteren bir sahne:
Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî radıyallâhu anh, Uhud’da Fahr-i Kâinat Efendimiz’le birlikte müşriklere karşı savaşmışlar ve yaralı olarak Medîne’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü’nün düşmanı tâkip için müslümanları dâvet ettiğini işittikleri zaman:
“–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’in bulunduğu bir seferi hiç kaçırır mıyız?!” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti, kâh onu sırtında taşıdı. Bu şekilde, Peygamber Efendimiz’in yanından ayrılmadılar.[3]
Bu fedakârlıkları sergileyen mü’minler, şu ilâhî iltifata mazhar oldular:
“Yara aldıktan sonra yine Allâh’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar, (bilhassa) içlerinden iyilik yapanlar ve takvâ sahibi olanlar için pek büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmrân, 172)
Uhud Gazvesi’nden sonra nâzil olan Saff sûresinin sonunda da cihâda teşvik sadedinde şöyle buyruldu:
“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?
Allah ve Rasûl’üne îmân eder, (îmânın göstergesi olarak) mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
İşte bu takdirde Allah; sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn Cennetleri’ndeki o güzel meskenlere koyar. İşte bu, en büyük kurtuluştur.
Seveceğiniz başka bir şey daha var:
Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele!” (es-Saff, 10-13)
Hicretin altıncı senesinde; umre için çıkılan yolun sonunda, Saff sûresinde müjdelenen “Fetih ve Zafer”e bir adım daha yaklaşılmış, Hudeybiye Musâlahası akdedilmişti.
Bu dönemde civar kabîlelerin pek çoğu İslâm’a girdi.
Mûte’nin akabinde, dokuzuncu yılda; Bizans’ın büyük hazırlıklarına karşı, Tebük Seferi kararlaştırıldı. “Gazvetü’l-Usra: Zorluk Gazvesi” denilen bu sefer, mü’minleri Allah yolunda cihâda davet eden şu âyet-i kerîmelerle duyuruldu:
“(Ey mü’minler!) Gerek hafif gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edin!
Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” (et-Tevbe, 41)
Tebük’e katılmayanların; cihâdı kerih görmeleri ve korkaklıkları şu âyetle kınandı:
“Allah Rasûlü’ne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihât etmeyi çirkin gördüler:
«–Bu sıcakta sefere çıkmayın!» dediler. De ki:
«–Cehennem ateşi daha sıcaktır!»
Keşke anlasalardı!” (et-Tevbe, 81)
Samimî mü’minler ise büyük bir îman vecdiyle, fedakârca cihâda koştular ve ilâhî müjdelere nâil oldular:
“Fakat Peygamber ve O’nunla beraber inananlar; mallarıyla, canlarıyla cihât ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.” (et-Tevbe, 88)
Abdullah Zü’l-Bicâdeyn radıyallâhu anh bu seferde şehîd olmak için duâ istemiş, Peygamber Efendimiz de onu şehâdetle müjdelemişti. Sıcak çatışmanın olmadığı bu seferde, bu sahâbî hastalanarak şehîd oldu. Peygamber Efendimiz, onu kabrine bizzat kendi elleriyle koydu.