İnsanın, bedenine zarar verecek şeylerden sakınacak kadar tıp ilminden bilmesi müstehaptır. Çünkü tıp ilmi bedenin sıhhatini muhâfazaya yardımcıdır. Dînî ve dünyevî ilimlerin tahsîli de ancak sıhhat olduğu vakit mümkün olur.

Bu hususda demişlerdir ki ilim iki kısımdır: İlm-i ebdân, ilm-i edyân. Çünkü hastalıktan ve fesâttan sâlim olmadıkça kalplerde huzûr, gönüllerde sürûr olmaz. Kalp, hastalıkların mihnet ve elemleriyle teşvişe müstağrak bir durumda iken kendini Allâh’a ibâdete veremez.

Nebî sallallâhu aleyhi ve selem: “Huzûr-ı kalp olmadıkça namaz olmaz.” buyurmuşlardır ki kâmil ve Allâh’a arz olunmaya lâyık bir namaz olmaz demektir. Namazın tamam olması için kalbin huzur içinde ve huzûr halinde, gönlün de tertemiz bir halde bulunması lâzımdır.

Nasıl ki insanın dîninde dosdoğru amel edebilmesi için dînini bilmesi gerekiyorsa, bedeninin sıhhatini muhafaza edebilecek kadar da tıp ilminden nasibini alması gerekir. İnsanın, zararlı şeylerden ictinâb etmesi lazımdır. Bedenine zarar verecek şeylerden sakınmak mürüvvetin tâ kendisidir.

Bütün tabibler ittifak etmişlerdir ki; insanın sıhhatini koruması için tıp ilmini bilmesi kadar faydalı bir şey yoktur. Bazı hukemâ da; hastalık mideyi doldurmaktan, şifâ da sıhhat esaslarına riâyet etmektendir. Kim bunlara riâyet ederse tabiplerden müstağnî kalır, demişlerdir.

Bazı sahâbeden rivâyet olunduğuna göre bir sahabi diğerine:

– Sana çok zaman tabiplerin bile dikkatinden kaçan bir tıbbı, çok zaman âlimlerin bile bilemediği bir ilmi, çok yerde hukemânın gâfil bulunduğu bir hikmeti öğreteyim mi dedik de karşısındaki:

– Öğret, dedi. Bunun üzerine:

– Çok zaman tabiplerin bile dikkatinden kaçan tıp kaidesi: Sofraya muhakkak sûrette aç iken otur. Çok zaman âlimlerin fevt ettikleri ilim kaidesi: Sana bilmediğin bir şey sual edildiği vakit, Allah bilir, de. Çok zaman hukemânın fevt ettikleri hikmet kaidesi: Tanımadığın bir topluluk içinde bulunduğun zaman eğer hayır söylerlerse onlara iştirak et, şer söylerlerse ikaz edebileceksen et, edemeyeceksen orayı terk et.

Allâme Cârullah ez-Zemahierî, el-Keşşâf’ta nakleder:

Hârun er-Reşid’in nasrânî bir tabîb-i hâzıkı, yani mâhir bir tabibi vardı. Bu, bir gün Ali bin Hüseyin bin Vâkıd’a:

– Sizin Kitâbınızda ilm-i tıbba ait bir şey yok. Hâlbuki ilim, ilm-i ebdân ve ilm-i edyân olmak üzere iki kısımdır, dedi. Ali bin Hüseyin cevâben:

– Allah Teâlâ bir âyetin sadece yarısında bütün tıp ilmini cem etmiştir, dedi. Nasrânî tabip:

– O nedir, dedikte: “Yiyiniz, içiniz fakat aşırı gitmeyiniz.” Meâlindeki âyettir, dedi. Bunun üzerine nasrânî:

– Peki, Rasûlünüz’den tıp husûsunda bir şey rivâyet edilmiş midir, dedikte cevâben:

– Rasûlullah da tıbbı birkaç kelimede cem etmiştir. Şöyle ki: “Mide bütün hastalıkların evidir, perhiz (az ve ölçülü yemek) ise bütün devâların başıdır.” buyurmuştur. Vücûdun tabiî ihtiyâcını ver, fazlasından sakın. Bunun üzerine nasrânî şöyle dedi:

– Kitâbınız ve Peygamber’iniz Calinos’a tıp üzerinde söz hakkı bırakmamış. İbn-i Sinâ demiştir ki:

“Bütün ilm-i tıbbı iki beyitte cem ettim:

Yediğin zaman az ye! Bir defa yedikten sonra üzerine yemekten sakın. Şifâ, yediğini hazm edebilmektedir. Bir mide için yemek üzerine yemek sokmaktan daha zor gelen bir şey yoktur.”