Gelişi ile dünyanın çehresini değiştiren ve susamış gönüllere kıyamete kadar rahmet sunacak olan İslâm, gelir gelmez insanın elinden tutmuş, insanlara sunmuş olduğu tevhit nizamı ile yalnız Allah’a kul olma ve sadece O’ndan yardım isteme esasını getirmiştir. Böylece insan, kime kulluk edeceğini öğrenmiş ve kâinattaki yerini ve değerini anlamıştır. Köhnemiş bütün değerleri yerle bir eden Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’in hedefi, insanları, insanca yaşayacakları bir düzene kavuşturmak, ahlaki güzellikleri tamamlamak ve kemale erdirmekti. İşte bu şartlar altında ve böyle bir ortamda bütün insanlığa gönderilen İslâm, insana üç yönden değer vermiştir:
1- Kişiye, İnsan Olması İtibariyle İslam’ın Verdiği Değer
Yüce Allah bu konu ile ilgili olarak: “Andolsun ki biz, insanoğullarını şerefli kıldık, onların karada ve denizde gezmesini sağladık; temiz şeylerle onları rızıklandırdık; yarattıklarımızın pek çoğundan onları üstün tuttuk.” buyurmuştur. (İsra, 17/70.) İnsanın, ana rahminde şekillenmeye başladığı andan itibaren sahip olduğu bu değer; bütün değerlerin ilki, en yaygını ve devamlı olanıdır. Bu değer, tamamen yaratıcısının bir lütuf ve ihsanıdır. Öyle bir ihsan ki; kadın-erkek, siyah-beyaz, kuvvetli-zayıf, zengin-fakir demeksizin ve herhangi bir din ve milliyet farkı gözetilmeksizin bütün insanlığı kuşatmıştır. Ayrıca İslâm, şahıslar arasındaki sınıf farkını da ortadan kaldırmış ve Hz. Peygamber’in (s.a.s) ifadesiyle “İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır; Allah, Âdem’i de topraktan yaratmıştır.” buyrularak insanlar arasındaki soy, ırk, dil ve renk farkına zerre kadar önem verilmediği belirtilmiştir. (Ebu Davud, Edeb, 111; Tirmizi, Menâkıb, 73.) İslâm’ın insana sırf insan olması itibariyle vermiş olduğu değerin sayısız örneğine Kur’ân-ı Kerim’de, hadislerde, İslâm Tarihi’nde, özellikle de Hz. Peygamberin hayatında rastlamak mümkündür. Bu örneklerden biri ve belki de en çarpıcı olanı şudur: Bir gün Hz. Peygamber ashaptan bir grupla otururken yakınlarından bir cenaze geçmiş ve Peygamber (s.a.s) cenazeyi görünce ayağa kalkmıştı. Yanında bulunanlar, onun Yahudi cenazesi olduğunu söyleyerek, “ayağa kalkmanız gerekmezdi” demek istemişlerdi. Onların bu sözü üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): “Müslüman değilse insan da mı değil?” cevabını vermiştir. (Buhari, Cenâiz, 50.)
2- İnancı Sebebiyle İslam’ın İnsana Verdiği Değer
Bu hakikat, Kur’ân’da şöyle ifade edilmiştir: “…Allah içinizden inanmış olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir…”(Mücadele, 58/11.), “İnanan bir köle, hoşunuza gitmiş olsa da, puta tapan bir erkekten daha iyidir.” (Bakara, 2/221.) İslâm, kişinin dış görünüşüne, derisinin rengine değil, inancına değer vermektedir. Nitekim ashabdan Bilal-i Habeşi ile Ebu Zer el-Gıfârî arasında çıkan bir tartışmada Ebu Zer, Bilal’e “siyah kadının oğlu” diye hitap etmişti de Bilal buna çok üzülmüştü. Durumdan haberdar olan Hz. Peygamber, Ebu Zer’e: “Sende hala cahiliye âdetleri görüyorum” buyurarak, bir kimseyi derisinin renginden dolayı aşağılamayı cahiliye âdeti olarak nitelendirmişti. Söylediği sözden pişmanlık duyan Ebu Zer bir yanağını yere koyarak: “Bilal yanağıma basarak üzerimden geçmedikçe buradan kalkmam” diyerek üzüntüsünü dile getirmişti. (Buhari, İman, 22.) Yine bir gün Hz. Peygamber, Kureyş’in ileri gelenleri ile konuşurken, ashabdan Abdullah İbn Ümmü Mektum söze karışarak; “Ya Resûlallah! Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret” demişti. Bu sözü bir iki defa da tekrar etmişti. O sırada Hz. Peygamber (s.a.s), müşriklerden Velid veya Ümeyye b. Halefi ikna etmeye çalışıyordu. Bu kişiler, kendilerinin yanında fakir kimselerin bulunup söze karışmasından hoşlanmazlardı. Bundan dolayı Allah Resûlü’nün, Abdullah İbn Ümmü Mektum’un gelip sözünü kesmesine canı sıkılmıştı. Fazla soru sorması üzerine de yüzünü, gayri memnun bir şekilde çevirmiş, ötekiyle meşgul olmuştu. Velid yahut Ümeyye b. Halef de kalkıp gitmişti. Hz. Peygamber’in, (s.a.s) yüzünü o tarafa çevirmesi, gerçekte O’nun âlemlere rahmet olan ruhuna ağır gelmişti. Yüce Allah bu olay üzerine Abese Sûresi’ni indirmiş ve: “Yanına âmâ bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü asıp cevirdi…” diyerek Resûlünü uyarmıştı. (Abese, 80/1–10.) Bu hadise de gösteriyor ki inanan bir âmâ, inanmayan bir müşrikten Allah katında daha değerlidir.
İnanmış olmak, insana sadece bir üstünlük veya ayrıcalık kazandırmakla kalmaz, aynı zamanda ona, dünya ve ahirete taalluk eden birtakım yararlar da sağlar. Bunun en güzel örneği yine Hz. Peygamber’in (s.a.s) hayatında ve sözlerinde görmek mümkündür. Şöyle ki: Mikdad b. Esved (bu Mikdad b. Amr el-Kindî’dir), bir gün Hz. Peygamber’e (s.a.s) şöyle bir soru sormuştu: “Ey Allah’ın Resûlü! Şayet kâfirlerden bir adamla karşılaşsam, onunla vuruşup da kollarımdan birini kılıcıyla koparsa, sonra da benden korktuğundan bir ağaca sığınsa ve Müslüman oldum dese, bu sözü söyledikten sonra onu öldürebilir miyim?”, Resûlallah (s.a.s): “Onu öldürme” cevabını verdi. Bunun üzerine Mikdad dedi ki: “Ya Resûlallah! Bu adam kollarımdan birini kesti. Üstelik bu sözü, kolumu kestikten sonra söyledi.” Hz. Peygamber ona tekrar: “Onu öldürme, eğer onu öldürürsen, o, senin onu öldürmeden önceki yerine geçer; sen de onun, bu sözü söylemeden önceki durumuna düşersin” cevabını verdi. (Buhari,Megâzî, 12.) Üsâme b. Zeyd de konuyla ilgili olarak şöyle demiştir: “Resûlüllah (s.a.s) bizi Huraka’ya gönderdi. Oradaki kavme sabah baskını yaptık ve onları hezimete uğrattık. Ben ve Ensar’dan bir arkadaşım, onlardan bir adama yetiştik. Tam üzerine çullandığımız sırada adam “Lailâhe illallah” dedi. Bunun üzerine Ensarî arkadaşım ona dokunmadı. Ben ise onu mızrağımla yaraladım ve neticede ölümüne sebep oldum. Döndüğümüzde Nebi (s.a.s) durumdan haberdar oldu ve bana: “Ey Üsame, demek Lailahe illallah dedikten sonra onu öldürdün öyle mi?” dedi. Ben de, korktuğu için bu sözü söyledi, dedim. Resûlüllah (a.s) bu soruyu o kadar tekrarladı ki, sonunda içimden, keşke o günden önce Müslüman olmamış olsaydım diye geçirdim. (Buhari, Megâzî, 45.) Bazı hadislerde de, “Kalbini yarıp baktın mı ki onun korku sebebiyle olduğunu söylüyorsun?” ifadesi geçer. (Bkz. Müslim, İman, 158; Ebu Davud, Cihad, 95; İbn Mâce, Fiten, 1; Ahmed b. Hanbel, IV, 439, V, 207.)
3- İslâm, Kişiye Ameli ve Yaşayışı İle de Ayrı Bir Değer Verir
İslâm, inancının gereğini yapanla yapmayanı eşit saymaz. Bu konuda, Kur’an’da şöyle buyrulmuştur: “Kim iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır; kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar. (En’âm, 6/160.) Ayetten de anlaşılacağı üzere Allah, bir iyilik yapana kat kat sevap verdiği halde, kötülükleri yalnız misliyle cezalandırmak suretiyle insana ne kadar değer verdiğini göstermiştir. İslâm’a göre inanç ve inancın gereğini yapmak demek olan amel arasında sıkı bir ilişki vardır. Çünkü bu ikisi birbirinin tamamlayıcısı durumunda olan ve biri olmadan diğerinin tek başına yeterli olmayacağı iki önemli unsurdur. İslâm’da imansız amelin bir değeri olmayacağı gibi, amelsiz iman da kişiyi sorumluluktan kurtarmaz Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde imanla amelin birlikte zikredilmiş olması da bunu göstermektedir. (Bkz. Bakara, 2/62; Mâide, 5/69; Nahl, 16 /97; Kehf, 18/88; Meryem, 19/60; Tâhâ, 20/75, 82; Furkan, 25/ 70- 71; Kasas, 28/67, 70.)
Sonuç olarak İslam, Allah inancına sahip insana değer vermiş ve İslâm’a göre her şey insanın, özellikle de inanan ve inancının gereğini yaşayan insanın lehinedir. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu en güzel şekilde şöyle ifade etmiştir: “Mü’minin durumu doğrusu hayret vericidir; çünkü yaptığı her iş onun hayrına olmaktadır. Bu özellik de yalnız mü’mine mahsustur. Mü’min bir şeye sevinirse şükreder; bu onun için hayır olur. Felakete uğrarsa sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64.)