Değerli okuyucularımız sizlere bu hafta Kendini bilen neyi bilir? Mahlûkâtta ne kadar güç varsa, Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği güç değil midir? O halde ruhu kanser eden huy nedir? Kendini bilen insana güzel bir örnek konularında bilgiler vereceğim.

Değerli okuyucularımız sizlere bu hafta Kendini bilen neyi bilir? Mahlûkâtta ne kadar güç varsa, Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği güç değil midir? O halde ruhu kanser eden huy nedir? Kendini bilen insana güzel bir örnek konularında bilgiler vereceğim.

Benlik ve iddiâ, rûhânî hayâtın kanseridir.
Benlik ve iddiânın kaynağı ise insanın, ilâhî kudret karşısında kibirlenmesidir. Yani büyük bir sahrada bir kum tanesi bile olmamasına rağmen bu mevkîini unutarak elindeki, Allâh’ın ihsan ettiği birtakım emânet imkânlara aldanmak sûretiyle kendisini büyük görmesi, kibirlenmesidir. Kibir ise, hiç şüphesiz insana, onu olduğundan daha güçlü, hünerli ve kabiliyetli gösterir. Oysa mahlûkâtta ne kadar güç varsa, Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği güç değil midir? Bu hakîkati idrâk edemeyenlere çok yazık! Nitekim Firavun ve Nemrud’un ilâhlık iddiâsına kadar varan kibirleri ve neticede ilâhî intikâma dûçâr olmaları mâlûmdur.

Onun için Cenâb-ı Hak, Resûlullâh (s.a.v.) ve ashâbına, bilhassa büyük zaferlerden sonra dâima tevâzu ve teslimiyet telkin buyurmuş ve onların nefsânî bir böbürlenme içine girmelerine mânî olmuştur. İslâm’ın var oluş mücâdelesi olan Bedir muzafferiyeti hakkında, mü’minlere, onların ihlâslarına göre önce bin, sonra üç bin, daha sonra beş bin melek gönderdiğini beyân buyurmuş ve “(Resûlüm!) Attığın zaman Sen atmadın, ancak Allâh attı!..” (el-Enfâl, 17) âyetini inzâl eylemiştir.

KENDİNİ BİLEN RABBİNİ BİLİR
Bu yüce ve ilâhî terbiye neticesinde, Resûlullâh (s.a.v.) ve sahâbe-i kirâmın hâli, bütün ümmete ebedî bir örnek teşkil etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), Mekke’yi fethinde, o gün aslında içine girdiği şehirden çok gönülleri fethetmişti. O mübârek beldeye girerken de zafer işaretleriyle değil, şükrân hisleri içinde ve devesi üzerinde secde hâlinde idi.İşte bütün bu yüce hâller:“Nefsini bilen Rabbini bilir!..” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 361) düsturunu tâlim etmektedir.

Zîrâ kendi hâl ve mevkiini bilen her kul, ona göre hayat sürer, yâni Yaratıcısını ve onun yüce emirlerini idrâk ederek yaşar. Yoksa hikâyede geçen fârenin deve karşısında şımarması, onun kendi cüceliğinden habersiz oluşundandır. Nitekim kendini bilince devenin gücünü de idrâk etmiştir. Yine bir karınca da eğer fil ile güreşmeye kalkarsa, bu da onun kendi acziyetinin farkında olmamasından dolayıdır. İşte insan da, eğer Rabbine kulluk etmiyor ve kibir, gurur bataklığında geziniyorsa, o da kendisinden haberdâr değildir, âdetâ ilâhî azamet karşısında bir körebe oyununun içindedir, demektir. Onun için en mühim mesele, kendimizi tanımak ve böylece Rabbimizi tanımaktır.Kendini tanıyanlar, hiçbir zaman kibre ve gurura düşmez, bilâkis tevâzularını artırır ve mahfiyete bürünürler.

KENDİNİ BİLEN İNSAN
Kendini bilen bir insana misal olarak, Hz. Hüseyin (r.a.)’in başından geçen şu olay ne kadar ibretlidir: Bir gün Hz. Hüseyin (r.a.) yoldan geçerken, ekmek kırıntıları yiyen fakirlere rastladı. Fakirler:“–Ey Allâh’ın kulu! Buyur, gel!..” diye davet ettiler. Hz. Hüseyin (r.a.), kibirli bir insan olmadığı ve kibirlilerden de hiç hoşlanmadığı için hemen atından inip onlarla beraber yediklerinden yemeye başladı. Yemek bitince, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in güzel torunu:“–Ben, sizin davetinize uydum. Haydi, şimdi de ben sizi davet ediyorum. Buyrun, bizim eve!..” der. Hep beraber hane-i saadetlerine gidip yemek yerler.