Münâfıkların reîsi Abdullah bin Übey bin Selûl’ün, Abdullah isminde sâlih ve sâdık bir oğlu vardı. Babası vefat edince Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelip cenâze namazını kıldırması için ısrâr etti. Allah Rasûlü (s.a.v) de münafıkların kalplerini yumuşatıp hakikî imana gelmelerine vesile olmak gibi bir takım mülâhazalarla bu isteği kabul ettiler. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Onlardan ölmüş olan hiçbirine aslâ namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar Allah ve Rasûlü’nü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.” (et-Tevbe 9/84)[23]

Allah Rasûlü (s.a.v), keyfî ve basit bahanelerle Tebük Seferi’ne iştirâk etmeyen seksen kişinin mâzeretlerini kabûl edip onlara izin vermişlerdi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?!” (et-Tevbe 9/43)[24]

Kur’ân-ı Kerîm, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sözü olsaydı, o, kendisi hakkında bu kadar şiddetli ve acı ifâdeler kullanmazdı. Bu tür konularda hiç değilse sükût ederek kusûrunu örtmek isterdi.

Konuyla ilgili bir misal de şu hâdisedir: Rasûlullah (s.a.v) Zeyd b. Hârise’yi (ö. 8/629) küçük yaşta köle olarak tanımış, onu azat ederek evlatlık edinmişti. Zeyd büyüdüğünde Rasûlullah Efendimiz onu halasının kızı Zeyneb bint-i Cahş ile evlendirdi. Aralarında uyum olmadı. Bir sene kadar evli kaldılar. İyice bunalan Zeyd (r.a) nihayetinde Peygamber Efendimiz’e şikâyete geldi ve boşanmak istediğini söyledi. Rasûlullah (s.a.v) ona “Allah’tan kork ve zevcene sahip çık!” buyurdular. Hâlbuki Cenâb-ı Hak onların boşanacağını ve Zeyneb’in kendisiyle evleneceğini Rasûlullah’a bildirmişti. Ancak o, toplumda yaygın olan çok kuvvetli bir âdet sebebiyle insanların kendisini ayıplamasından ve bu evliliği aleyhine delil olarak kullanmasından korkuyor ve bu haberi kimseye söyleyemiyordu. Bunun üzerine şu âyet-i kerime nâzil oldu:

“Bir zaman, Allah’ın kendisine lutufta bulunduğu, senin de lutufkâr davrandığın kişiye, «Eşinle evlilik bağını koru, Allah’tan kork» demiştin. Bunu derken Allah’ın ileride açıklayacağı bir şeyi içinde saklıyordun, kendisinden çekinme hususunda Allah’ın önceliği bulunduğu halde sen halktan çekiniyordun. Zeyd onu boşayınca, mü’minlere evlâtlıklarının boşadığı eşleriyle evlenmeleri hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik. Allah’ın emri elbet yerine getirilecektir.” (el-Ahzâb 33/37)

Allah Teâlâ, insanların evlatlık edindikleri kimseleri kendi öz evlatları gibi görmelerinin yanlış olduğunu kuvvetli bir şekilde vurgulamak için Peygamber Efendimiz’e Hz. Zeyneb’le evlenmesini emretti. Müşrikler ve Münafıklar, “bize yasakladığı hâlde kendisi oğlunun boşadığı hanımla evlendi” diye dedikoduya başladılar. Bunun üzerine şu âyet-i kerimeler indi:

“…Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı…” (en-Nisâ 4/23)

“…Allah evlâtlıklarınızı gerçek oğullarınız yapmamıştır…” (el-Ahzâb 33/4)

“…Mü’minlere evlâtlıklarının boşadığı eşleriyle evlenmeleri hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik…” (Ahzâb 33/37)

“Muhammed içinizden hiçbir erkeğin babası değildir, fakat o Allah’ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur.” (el-Ahzâb, 33/40)[25]

Allah daima hakkı söyler ve O’nun hükmü mutlaka yerine gelir. Zeyd (r.a), Allah Rasûlü’nün oğlu değil, din kardeşi idi. Her insanı babasına nispet etmek Allah katında daha doğru ve gerçekçidir. Bu sebeple o gün topluma iyice yerleşmiş olan bu yanlış anlayış ve âdet, bu evlilikle ortadan kaldırılmış oldu. O güne kadar Zeyd b. Muhammed diye çağrılan Zeyd’e, bu âyetlerin inmesinden sonra tekrar Zeyd b. Hârise diye hitap edilmeye başlandı.[26]

Hz. Âişe (r.a) şöyle demiştir:

“Şayet Muhammed (a.s), kendisine gelen vahiyden herhangi bir şey gizlemiş olsaydı «…Allah’ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyor, insanlardan korkuyordun. Hâlbuki en çok Allah’tan korkman gerekirdi...»[27] âyetini gizlerdi.”[28]

Yine Hz. Âişe (r.a) şöyle demiştir:

“Kim Rasûlullah (s.a.v)’in Allah’ın kitâbından bir şeyi gizlediği zannına kapılırsa Allah’a çok büyük bir iftirâ atmış olur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun…” (el-Mâide 5/67)[29]

Naklettiğimiz misallerde de görüldüğü üzere vahiy tamamen Allah’ın irâdesiyle gelmiştir. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in çok istediği bazı zamanlarda gelmediği gibi bazen de onun tercihinin hatalı olduğunu bildirmiş ve kendisini îkâz etmiştir. Bütün bunlara rağmen Allah Rasûlü (s.a.v) kendisine inen vahyi, bir tek harfini bile gizlemeden tam olarak tebliğ etmiştir. İnsanlar ise kendi yazdıkları kitaplarda aleyhlerine olan herhangi bir şeyi yazmaz, kendilerini tenkid edip azarlamazlar.

Bu nevi âyetler aynı zamanda Rasûlullah (s.a.v)’in her zaman Allah Teâlâ’nın gözetiminde olduğunu göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki, onun fiil ve sözleri bir tarafa, kalbindeki duyguları bile vahiyle tashih edilmiştir.

2.4. Bazen Vahyin Kapalı Gelmesi

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e gelen vahiy bazen kapalı olurdu. Ashâb-ı kiram âyeti nasıl yaşayacaklarını sorarlar ancak Efendimiz (s.a.v), Allah’tan herhangi bir bilgi gelmeden kendiliğinden herhangi bir îzahta bulunamazdı. Meselâ;

“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır; içinizdekini açıklasanız da gizleseniz de Allah, sizi onunla hesâba çeker...”[30] âyet-i kerimesi nâzil olmuştu. Bu âyet ashâb-ı kirâma çok ağır geldi. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in huzuruna varıp diz çökerek:

“–Ey Allah’ın rasûlü, biz şimdiye kadar gücümüzün yettiği amellerle; namaz, oruç, cihâd, sadaka ile mükellef kılınmıştık. Şimdi ise size bu âyet nâzil oldu ki bizim ona gücümüz yetmez. Biz içimizden geçirdiklerimiz sebebiyle de cezâlandırılırsak mahvolduk!” dediler. Rasûlullah (s.a.v):

“–Siz de sizden önceki yahudî ve hristiyanlar gibi; «İşittik fakat isyan ettik» mi demek istiyorsunuz? Siz onların aksine; «İşittik ve itaat ettik. Bizi bağışla, dönüş sanadır» deyin!” buyurdular. Ashâb-ı kirâm bu sözü tekrar etmeye başladılar ve dilleri böyle söylemeye alıştı. Bunun üzerine Allah Teâlâ kalplerindeki îmânı kuvvetlendirdi. Bir müddet sonra aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil olarak, kapalı olan mânâ şöylece îzâha kavuştu:

“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene îmân etti, mü’minler de (îmân ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îmân ettiler. «Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır» dediler. Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. (Siz şöyle duâ ediniz:) Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak bizi muâheze etme (mes’ûl tutma)! Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyler yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet eyle! Mevlâmız Sen’sin. Kâfirlere karşı da bize yardım eyle!” (el-Bakara 2/285-286)[31]

Böylece ashâb-ı kiram, ellerinde olmadan kalplerine gelen havâtırdan mes’ûl olmadıklarını anladılar.[32]