ABDÜLKADİR-i GEYLANİ-2

Abdülkādir-i Geylânî’nin tasavvufu, şeriata ve dinin zâhirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, her an Kur’an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zâhidin hayatında görülebilecek derunî haller dinî ölçülerin dışına taşmamalıdır. Müridlerine hep, “Uyun, uydurmayın; itaat edin, muhalefet etmeyin, yakınmayın; temizlenin, kirlenmeyin” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu. Dinin zâhirî hükümlerine uymadığı için Sehl et-Tüsterî’nin “sır” nazariyesini reddetmiş, kendi tarikatının şeriata uygun olduğu İbn Teymiyye gibi bir münekkit tarafından bile kabul edilmiştir. Semâa karşı değildir. Kur’an’ın telhin ve teganni ile değil, tertîl ve tecvid üzere okunmasını ister, aksine hareket etmeyi yasaklardı. Gazzâlî’nin geliştirdiği Sünnî tasavvuf, onun tarafından devam ettirilmiştir denebilir.

Abdülkādir-i Geylânî, 1127’de ilk defa vaaz vermeye başladığı zaman ancak birkaç kişiye hitap ediyordu. Fakat daha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için vaaz meclisini Bâbülhalbe’deki bir camiye nakletti. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için yetmiş bin kişinin Bağdat’a geldiği, arka saflarda bulunanların ön saflardakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzullah” (Allah’ın şahini) ve “el-Bâzü’l-eşheb” (avını kaçırmayan şahin) unvanıyla da anılan Abdülkādir’e bu unvan, Demîrî’ye göre şeyhi Debbâs’ın meclisinde verilmiştir. Vaazlarında dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vaad ettiğini, bu konuda onlara teminat verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabetinin son derece etkili olduğunu kaynaklar görüş birliği içinde zikrederler.

Daha sağlığından itibaren kendisinden birçok keramet nakledilerek kişiliği tam mânasıyla menkıbeleştirilmiş, gerçek kimliği ise önemini yitirmiş ve unutulmuştur. İbnü’l-Arabî, “kün” ilâhî kelimesine mazhar olduğu için Abdülkādir’den çok keramet zuhur ettiğini söyler. Tasarruf ve kerametlerinin ölümünden sonra da devam ettiğine inanıldığı için, müridlerinin darda kaldıkları zaman söyledikleri, “Medet, yâ Abdülkādir!” sözü bir tarikat geleneği olmuş, özellikle kadınlar, çaresiz kalanlara imdat ettiğine inandıkları Abdülkādir’in ruhaniyetine samimi bir bağlılık göstermişlerdir. Veysel Karanî ve İbrâhim b. Edhem gibi Abdülkādir-i Geylânî de Türk halk edebiyatı ve folklorunda önemli bir yer tutmuştur. Yûnus Emre’ye nisbet edilen, “Seyyâh olup şu âlemi arasan / Abdülkādir gibi bir er bulunmaz” mısralarıyla başlayan şiir ile Eşrefoğlu Rûmî’nin, “Arısının balıyım bahçesinin gülüyüm / Çayırının bülbülüyüm yâ şeyh Abdülkādir!” gibi şiirlerinde ona karşı duyulan derin hayranlık terennüm edilmiştir.

Abdülkādir-i Geylânî hakkında Dürerü’l-cevâhir adlı bir eser yazan İbnü’l-Cevzî onu ciddi surette tenkit etmiş, İbn Kesîr de hakkında söylenenlerin çoğunun hayal mahsulü olduğunu, el-Ġunye ve Fütûḥu’l-ġayb’da mevzû hadisler bulunduğunu söylemiştir. Sem‘ânî’nin, “Konuşmasını dinledim, bir şey anlamadım” demesi, onun tasavvufî hayata yabancı olduğunu gösterir. İbn Receb, Kitâbü’ẕ-Ẕeyl ʿalâ Ṭabaḳāti’l-Ḥanâbile’sinde Behcetü’l-esrâr ve benzeri menâkıbnâmelerin hurafe ve saçma sözlerle dolu olduğunu, bunların Abdülkādir’e ait olamayacağına dikkat çeker; Zehebî de bu görüşe katılır. İbnü’l-Arabî, Abdülkādir-i Geylânî’nin karşılaştığı kimseleri kokusundan tanıdığını, zira “ricâlü’r-revâih”ten olduğunu iddia eder ve onu Melâmetî sayar. Ancak İbnü’l-Arabî’ye göre kendisinden hiçbir keramet zuhur etmeyen Abdülkādir’in müridi Ebü’s-Suûd’un makamı, şeyhinin makamından daha üstündür. Zira şeyhi tasarrufta bulunduğu halde müridi, dilediği gibi tasarrufta bulunması için Hak Teâlâ’yı kendine vekil kılmıştır. Sühreverdî, şathiyelerinden söz ederek bunların sekr halinde söylenmiş sözler olduğuna dikkati çeker. Reşîd Rızâ da uydurma bir eser olan Ġavs̱iyye risâlesini hayranlarının ona nisbet ettiklerini, bilhassa Hintliler’in kendisine kutsiyet atfederek ona taparcasına saygı gösterdiklerini söyler.

Menâkıb kitapları Abdülkādir-i Geylânî’nin bin kadar eseri bulunduğunu kaydeder. Bugün ona nisbet edilen eserlerin sayısı elli civarındadır. Ancak bunların büyük bir kısmının ona ait olmadığı kesinlik kazanmıştır. Bazı eserlerinin çeşitli isimlerle tanınmış olması da sayının artmasına sebep olmuştur.

Gerek vaazlarında gerekse eserlerinde son derece sade bir üslûp kullanan Abdülkādir-i Geylânî, kendisinden önceki sûfîlerden nakiller yaparken bunları herkesin anlayacağı örneklerle açıklar. Bu sebeple eserleri tasavvuf edebiyatının güzel örneklerinden sayılır. Tema olarak ağlatıcı ve ürpertici konuları tercih eder. Konuşmalarında samimi yakarışlarını dile getiren dua ve niyazlara yer verir. Cemaate cenneti müjdeleyerek onlara ümit ve şevk verir, nefsin zayıf taraflarını başarılı bir şekilde tasvir eder, şeytanın insana nüfuz etme yollarını canlı örneklerle anlatır. Bilhassa el-Fetḥu’r-rabbânî ve Fütûḥu’l-ġayb’da insanı duygulandıran ve heyecanlandıran tablolar çizer. Tarikatının ve tesirinin bütün İslâm âlemine yayılmasında, uyguladığı bu metodun payı büyüktür.

 Abdülkadir-i Geylani’ye nisbet edilen diğer eserler şunlardır. Kitâb fî uṣuli’d-dîn (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 2763/9); el-Esmâʾü’l-ḥüsnâ (Süleymaniye Ktp., Düğümlü Baba, nr. 496/1); Kitâb-ı Ḫamse-i Geylânî (Süleymaniye Ktp., Serezli, nr. 4050); Ġavs̱iyye (Ḫamriyye). Allah’la Abdülkādir-i Geylânî arasında geçtiği iddia edilen konuşmaları ihtiva eden ve bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Hacı Mahmud Efendi, nr. 2855) bulunan bu risâle ona ait değildir. Eser, İsmail Fenni’ye ait Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddin Arabî adlı eserin içinde de (İstanbul 1928) yer almaktadır. Bu risâle, Tercüme-i Gavsiyye adıyla Mehmed Abdüllatif tarafından tercüme edilmiştir (İstanbul 1266). Ẕikrü’l-maḳāmât fî ṭarîḳi’l-ḥaḳ (Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 5399/8); Yevâḳītü’l-ḥikemel-Mevâhibü’r-raḥmâniyye. Bu eserlerin ilk üçü dışındakiler Geylânî’ye ait olmayıp bazı kitaplardan ve hakkındaki menkıbelerden derlenmiştir.