Allah Korkusu, Havf ve Reca İle İlgili Örnekler-4
- 08-07-2022 10:49
- 04-08-2023 22:19
- 7
Yüce İslâm’ın kıldan ince, kılıçtan keskin ölçüsü karşısında sâkinleşen Yavuz Sultan Selîm Han:
“–Umûmî ahvâlin düzelmesi için bir fırkanın öldürülmesine cevaz yok mudur?” diye sordu.
Zenbilli Ali Efendi:
“–Bunların öldürülmesi ile âlemin düzelmesi arasında bir alâka yoktur. Suçlarına göre cezâ gerekir...” dedi.
Koca orduları dize getiren pâdişah, başını önüne eğdi ve kararını geri aldı. Bundan son derece memnûn olan Zenbilli, tam huzûrdan ayrılıyordu ki, tekrar geri döndü. Kendisine merakla bakan Yavuz’a:
“–Sultanım! Birinci talebim, dînimizin hükmünü teblîğden ibâretti. İkinci bir talebim daha var ki, bu da sâdece bir ricâdır...” dedi ve ilâve etti:
“–Sultanım! Bu mücrimlerin suçları kendilerine âittir. Ancak onlar, hapisteyken mâsum âilelerine kim bakacak? Dolayısıyla sizden ricam, verilecek cezâ bitene kadar bu mücrimlerin âilelerine nafaka bağlamanızdır.”
Bu ikinci talebi de yerine getiren Yavuz, hiç şüphesiz ki farkında olduğu ilâhî mes’ûliyetin îcâbını îfâ ediyordu.[7]
- Zenbilli Ali Efendi’nin Sultana İkazı
Yine buna benzer bir mes’elede Zenbilli Ali Efendi, Sultân’ı îkâz etmişti. Fakat Sultan, verdiği kararda kendisini haklı gördüğünden Şeyhülislâm’a evvelki gibi:
“–Sizin vazîfeniz devlet işlerine karışmak değildir!..” demişti.
Bu tehditkâr hitâba karşı Zenbilli Ali Efendi de pervâsız bir şekilde:
“–Sultanım! Bunlar âhiret işlerindendir ve bizim müdâhale etmeye hakkımız vardır. Şâyet verdiğiniz yanlış karardan vazgeçmezseniz, rûz-i mahşerdeki şiddetli azâba hazır olunuz!..” dedi.
Şeyhülislâm, bu sözlerinden sonra Sultân’a selâm bile vermeden dönüp gitti. O sıra sefer üzre olan Yavuz Sultan Selîm Han, hiç kimseden görmediği bu tavır karşısında biraz hiddetlendi ise de, hakîkati anladı ve Şeyhülislâm’ın îkâzını kabûl edip ona göre kararını değiştirdi. Zenbilli Ali Efendi’ye de özür dileyen bir mektup bıraktı.
Cihan pâdişâhı da olsa, kalbindeki Allâh korkusu, Yavuz’u kendi arzusuna göre hareket etmekten alıkoymuştur. Şeyhülislâm’ın Allâh korkusu ise ona büyük bir cesâret vermiş, her şeyi göze alarak Yavuz gibi sert bir pâdişâhı bile hiç korkmadan ikâza sevk etmiştir.
- Mutasavvıfın Korkusu
Zamanın vezirlerinden biri, büyük mutasavvıf Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri’yle görüştü ve:
“–Bana himmet buyur, gece-gündüz pâdişâhın hizmetiyle meşgulüm, iyiliğini umuyorum, fakat darılıp azarlamasından korkuyorum.” dedi.
Zünnûn Hazretleri ağladı ve:
“–Eğer ben, senin pâdişahtan korktuğun kadar Allah’tan korksaydım sıddîklar zümresinden olurdum.” dedi.
HER HAYRIN VE HİKMETİN BAŞI
Velhâsıl, “Her hayrın başı Allâh sevgisi, hikmetin başı da Allâh korkusudur.”
Allâh’ı seven ve tanıyan bir kimse O’nun muhabbetine lâyık olamama ve azâbına dûçâr olma korkusuyla dâimâ dikkatli davranır, hayâtını ihsan kıvâmında yaşar.
Kul, Allah’tan hakkıyla korkarsa hayâtına İslâm muhtevâsında bir istikâmet verir ve bütün dünyâ ve âhiret korkularından emîn olur. Nitekim Âlemlerin Efendisi şöyle buyurur:
“Üç şey vardır ki münciyâttandır, insanı kurtarır: Gizli ve açıkta Allah’tan haşyet duymak, yâni korkmak, rızâ ve gazap hâlinde adâleti sağlamak, fakirlik ve zenginlik ânında iktisatlı olmak. Şu üç şey de mühlikâttan, helâk edici şeylerdendir: Kendisine tâbî olunan hevâ, cimrilik ve kişinin kendisini beğenmesi.” (Münâvî, III, 404/3471)
Dünyâ ve âhirette huzur ve saâdete kavuşabilmek için, bu fânî âlemde Allah’tan lâyıkıyla korkarak, rükû ve secdelerimizi, duâ ve niyazlarımızı, gözyaşlarımızla yoğurmalı, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâiliyet ümîdiyle O’na ilticâ etmeliyiz.
Dipnotlar:
[1] el-Beyyine, 8.
[2] er-Rahmân, 46.
[3] Bu âyette verilen temsilden maksat, Kur’ân’ın muhtevâsının ehemmiyetini ve ona muhâtap olan insanın ne büyük mes’ûliyet altında bulunduğunu tebârüz ettirmektir. Burada şu mânâyı anlamak da mümkündür: Şâyet bir dağa insandaki gibi şuur verilmiş olsaydı, o heybet timsali eğilmez dağ bile Allâh’ın sıfatlarını bilmenin ve mes’ûliyet hissinin netîcesinde; O’nun azameti, kudreti ve kâinâttaki mutlak hâkimiyeti karşısında sonsuz bir haşyet ve tâzîmle eğilirdi. Bununla da kalmaz, Allâh’a kulluk etmek için kendini parçalardı. İnsanlar ise umûmiyetle omuzlarındaki yükü hissetmemek için direnmekte ve gaflet içinde ömürlerini tüketmektedirler. İnsanın, Allâh korkusundan ve muhabbetinden nasip alabilmesi için de iç âlemini fücurdan uzaklaştırıp takvâ hayâtı ile tezyîn etmesi zarûrîdir.