Allah’ın Adaleti Nasıldır?-2
- 09-02-2023 03:46
- 04-08-2023 22:19
- 10
Bu bakımdan, lûtfedilen nîmetlerde eşitlik olmaması, aslâ bir adâletsizlik değildir. Allah Teâlâ bir kulunu sıhhatli, diğerini sakat yaratabilir. Birini çok akıllı, diğerini az akıllı yaratabilir. Yarattıklarından birini yılan yapar süründürür, birini kuş yapar uçurur. Bundan dolayı mahlûkattan herhangi birinin aslâ îtiraz hakkı yoktur.
Esâsen hayvanatta da ancak hayatını idâme ettirebilecek derecede bir akıl, idrâk ve hissiyat bulunduğu için, hepsi de hâlinden memnundur. Midelerini doyurup fıtratlarındaki tabiî arzularını tatmin etmekten başka bir dertleri yoktur. Bu yüzden, “Niçin insan olarak yaratılmadım?” diye düşünmeleri veya bunun ıztırâbını duymaları söz konusu bile değildir.
Bir hayvanın veya bitkinin; “Niye ben insan olarak yaratılmadım?” deme hakkı olamayacağı gibi; sakatlık, hastalık, fakirlik, mahrûmiyet gibi birtakım sıkıntılar içinde bulunanların da, Allâh’ı -hâşâ- adâletsizlikle ithâm etmeleri, en başta akla, mantığa, iz’an ve vicdana zıt bir durumdur.
Diğer taraftan, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına muâmelelerini değerlendirmeye kalkmak, kullar için doğru bir davranış olmaz. Zira bu cihanda Cenâb-ı Hak kullarını imtihan etmektedir, -hâşâ- kullar Rab’lerini değil. Bunun aksine, kulluğu reddedip Cenâb-ı Hakk’ı sorgularcasına tavırlara girmek, insanın kendi hevâ ve hevesini putlaştırması ve nefsine kul-köle olması demektir.
Bir mü’min, huzûr-i kalp ile emindir ki Allah azâb ediyorsa adâletinden, Cennet’ine alıyorsa, rahmet ve lûtfundandır.
Bu hususta ileri sürülen isyankâr iddiâların ve boş lâkırdıların hepsi, Allâh’ın sonsuz ilim, kudret ve azametini idrâk edemeyip O’nu dünyevî varlıklarla kıyaslama gaflet ve cehâletinden neş’et etmektedir.
Esâsen bütün günah ve isyanların temelinde de, mârifetullah’tan mahrûmiyet, yani Cenâb-ı Hakkʼı lâyıkıyla tanıyamamak zaafı yer almaktadır.
Nitekim Kâsım bin Muhammed g, bir kişinin:
“–Falanca şahıs, Allâh’a karşı ne kadar da cürʼetkâr!” dediğini işitince, onu şöyle îkaz etmiştir:
“–Allâh’a karşı cürʼetkâr olmak, Âdemoğlunun haddine değildir! Onun hakkında ancak; «Allâh’ı ne kadar da az tanıyor!» diyebilirsin.”[2]
Dolayısıyla Allah Teâlâʼyı kalben tanıyan bir müʼmin, Oʼna hiçlik, yokluk ve acziyet duyguları içinde ilticâ etmeyi Cenâb-ı Hak için bir hak, kendisi için de zarûrî bir kulluk edebi ve şükür borcu bilir.
İSLAM’DA ADALET ÖRNEKLERİ
İslâm, kıyâmete kadar hükmü geçerli olan yegâne hak dindir. Âlem-şümûllük prensibinde de îzah ettiğimiz üzere, “kıyas” ile beraber, “içtihad” kapısının açık oluşu sebebiyle İslâm, beşeriyetin adlî ve hukûkî bütün ihtiyaçlarına da kâfî gelir.[3]
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, şerîat peygamberiydi. Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- ise ahlâkî kâidelere ağırlık vermişti. Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise her ikisini de cem etmiştir.
Allah Rasûlü’nün terbiyesinde yetişen İbn-i Mesut Hazretleri, Kûfe Hukuk Mektebi’nin temelini atmıştır. O mektepten Ebû Hanîfe Hazretleri ve talebeleri yetişmiştir. Hammurabi ve Solon gibi hukuk dehâları, Ebû Hanîfe Hazretleri’nin eline su dökemez.
Abbâsî Halîfesi Ebû Câfer Mansur, fıkıhta muhteşem bir seviyeye ulaşan Ebû Hanîfe Hazretleri’nin ilmî otoritesini, kendi iktidarına payanda yapmak istedi. Ona bu sebeple Bağdat kadılığını teklif etti. Fakat Ebû Hanîfe Hazretleri, ilmini siyasetin kirli emellerine kullandırmamak için bu teklifi reddetti ve bu sebeple zindana atıldı.
İslâm fıkhı, Mecelle’ye[4] kadar, kazuistik/meseleci bir metot içinde tekâmül etmiştir. Yani her mesele emsalsizdir. Bu sebeple fıkıhta, sabit kanunlar çıkarılmaz, milyonlarca ihtimal göz önünde bulundurulur.
Kadı; meseleyi, şahıslardan tecrîd ederek müftüye arz eder. Müftü, mahkemede zanlıların sergileyebileceği yanıltıcı psikolojik tavırlardan âzâde olarak meseleyi hükme bağlar. Bu yapı, Roma hukukunda da vardı. Ancak bu sistemin, hukukî alt yapısı çok güçlü olan hâkimlere ihtiyaç duyduğu, îzahtan vârestedir.
Günümüzde ise, “kanunlaştırmacı hukuk” vardır. Hâkimlerin vazifesi; bu sistemde, sadece dâvâları, kanunlarda tarif edilmiş maddelerle eşleştirmekten ibarettir. Kanaatleri son derecede sınırlandırılmıştır. Ancak hudutsuz çeşitlilikteki meselelerin, mahdut kanunlarla çözüme kavuşturulması gibi bir problem söz konusudur.
Bu sebeple, günümüzde neredeyse her dâvâ, üst mahkemelere gitmekte, orada zaman zaman yeni içtihatlarla karşılaşmaktadır. Zaman zaman da bu yönlendirmeler sayesinde farklı bir ihtiyacın farkına varılarak yeni kanunî düzenlemelere gidilmektedir. Böylece, her kanunun tatbikat bakımından dâimâ eksik olduğu îtiraf edilmiş olmaktadır.
Hak Teâlâ ile irtibâtını koparmış bir muhâkeme sisteminin tam ve gerçek bir adâlete hizmet etmesi zaten beklenemez.
Dolayısıyla vahyin rehberliğinden mahrum seküler anayasalar, değişen şartlar karşısında kifâyetsiz kalmaya mahkûmdur. Bu sebeple her devirde bu yasaları değiştirme ihtiyacı hâsıl olmaktadır.
Lâkin örnek yaşayışıyla fiilî bir Kur’ân tefsiri olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Vedâ Hutbesi ise, muhteşem bir anayasadır. Kıyâmete kadar değişmeden kalacak bir hak, hukuk, adâlet ve insanlık beyannâmesidir.