Sözlükte “korumak, sakınmak, saygı göstermek, dindar olmak, itaat etmek, korkmak” anlamına gelen takvâ kelimesi “Allah’a itaat ederek azabından sakınmaktır, bu da ceza almayı haklı kılan davranışlardan nefsi korumak suretiyle gerçekleşir” şeklinde tarif edilmiştir.
Takvâ kelimesi Kur’an’da on yedi yerde geçer. Müfessirler takvâya ve aynı kökten gelen emir kiplerine genellikle, “Allah’tan korkun” anlamını vermiştir. Söz konusu fiilin kökü korku anlamını da içermekle birlikte bu korkunç bir şeyden çekinmeyi değil seven birinin sevdiğinin gönlünü incitmekten çekinmesini, yaratanına karşı saygı ve sorumluluk duyma hassasiyetini ifade eder. Takvâ ve ittika kelimelerinin içerdiği korku Allah’a duyulan saygıdan kaynaklanır. Böyle bir duygu müminleri kötülükten ve günahtan vazgeçirir, iyiliğe ve hayra sevkeder.
Sevgili Peygamberimiz, Cenâb-ı Hakk’ın, câhiliye döneminin kibrini ve atalarla övünme âdetini kaldırdığını ifade etmiştir. Yine aynı şekilde insanların ya müttaki mümin, ya da günahkâr kötü tabiatlı kimseler olarak niteleneceklerini, herkesin Âdem’in çocukları olduğunu, onun da topraktan yaratıldığını, bazı kimselerin kavimleriyle övünmeyi bırakmadıkça cehennem kömürü olmaya devam edeceklerini ve insanları Allah nezdinde üstün kılan tek değer ölçüsünün takva olduğuna da dikkat çekmiştir.
Birbirinizle tanışmanız için sizi kavim ve kabilelere ayırdık
Kur’an’ın ortaya koyduğu evrensel ilkeye göre bütün insanlar, tek bir anne ve babadan; yani Âdem ile Havva’dan dünyaya gelmişlerdir. Yüce Allah bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” (Hucurât, 49/13) Buna göre aynı asıldan gelen ve temel biyolojik özellikleri aynı olan insanlar arasında bir üstünlük veya aşağılık söz konusu olamaz. Çünkü İslâm’a göre hangi ırktan veya sosyal katmandan olursa olsun bütün insanlar eşittir. Hiç kimse bir başkasını ırkından veya renginden dolayı ayıplayamaz. Nasıl olabilir ki? Zira hiç kimse kendi iradesiyle ırkını veya rengini seçmemiştir. İnsanları, iradeleri dışındaki özelliklerinden dolayı kınamak, ayıplamak, aşağılamak ya da tam tersi yüceltmek, hem insanlığa hem de Yüce Yaratıcı’ya karşı saygısızlıktır.
Allah Resûlü de insanların en değerlisi kendisine sorulunca ilk ve en önemli ölçü olarak takvayı göstermiş ve “İnsanların en hayırlısı, Allah’a karşı sorumluluk bilincini en derinden taşıyandır.” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsir,) Bunu ifade ederken herhangi bir ırka, gruba veya sınıfa işaret etmemiş, değer ölçüsünü Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olma ilkesine dayandırmıştır. Peygamber Efendimiz, bir başka hadisinde de câhiliye Araplarının soy ve kabilelerini gurur ve kibir aracı olarak kullanmalarını eleştirerek, üstünlük ölçüsünün ancak takva olabileceğini şu şekilde ifade etmiştir: “Ey İnsanlar! Allah sizden câhiliye gururunu ve atalarla övünme âdetini gidermiştir. İnsanlar iki gruptur: İyi, takva sahibi, Allah katında değerli kişi ve günahkâr, bedbaht, Allah katında değersiz kişi. İnsanlar Âdem’in çocuklarıdır. Ve Allah Âdem’i topraktan yaratmıştır...” (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 49)
İnsanı Allah katında değerli kılan ve onu âhiret saadetine ulaştıracak olan şey, ırk, kabile veya ten rengi değil, kişinin inancı, ahlâkı, samimi çabası ve yaşama biçimidir. Kim Allah’a inanır, O’nun emirlerine uyar, yasaklarından kaçınır ve iyi işler yaparsa, o insan daha üstündür. Allah Resûlü’nün ifadesiyle,“Davranışları kendisini geri bırakan kimseyi, soyu ileriye götürmez.” (Tirmizî, Kıraat, 10)
Ebû Zer ile Bilâl-i Habeşî
İslâm’ın nuruyla aydınlanmadan önce, Arap toplumu cehaletin karanlığında yaşıyordu. Sosyal yapının kabile esasına dayandığı, güçlünün güçsüzü ezdiği, üstünlüğün ancak nesep, soy, ırk ve zenginlikle elde edildiği karanlık bir dönemdi bu. Allah Resûlü, insanların birbirlerine eşit olduğunu ilân etmeden önce kişi, ataları ne kadar şeref sahibi ise o kadar şeref, izzet ve asalet sahibi oluyordu. Siyah bir köle ile bir kabile başkanının Allah katında eşit değere sahip olduğu ilkesi, o dönem için bir hayaldi. Yıllarca câhiliye havasını teneffüs etmiş insanların birdenbire eski alışkanlıklarını bırakarak İslâm’ın erdemlerini kazanmaları kuşkusuz kolay değildi. Bunun kolay olmadığı sahâbîlerden Ebû Zer el-Gıfârî ile Bilâl-i Habeşî arasında yaşanan olayda da gözler önüne serilivermişti. İlk Müslümanlardan olan Hz. Bilâl, Habeşli siyah bir köle idi. Müslüman olduğu için türlü işkencelere maruz kalan annesi de öyleydi. Bir gün Bilâl ve Ebû Zer tartışmışlar, bu esnada Ebû Zer, siyahî olan annesinden dolayı Bilâl’i ayıplamıştı. Buna çok içerleyen Bilâl de Allah Resûlü’ne gidip durumu haber vermişti. Ebû Zerr’in bu davranışında câhiliye zihniyetinin izlerini fark eden Sevgili Peygamberimiz, onu gördüğünde şöyle uyarmıştı: “Ebû Zer! Onu annesinden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sen, kendisinde hâlâ câhiliye(den izler) bulunan bir kimsesin.” (Müslim, Eymân, 38)
Hz. Peygamber, Ebû Zerr’in bu davranışını câhiliye kalıntısı olarak nitelemişti. Zira câhiliye döneminde insanlar kavim ve kabileleriyle övünür, haksız da olsa kabilesini savunur, kendilerini başkalarından üstün görürlerdi. Irk ve renginden dolayı özellikle Arap olmayan insanlar dışlanır ve aşağılanırdı. Soyunun asaleti ve çokluğuyla övünme yarışı had safhaya ulaşmıştı. (Tekâsür, 102/1-8)
Üstünlüğün Kur’anî ölçüsünün takva olduğunu bilmek istemeyenler; dış görünüşte, parada, maddede, şan ve şöhrette aramaya kalkarlar. Bu arayışlarının cezası olarak yücelttikleri bu değersiz şeylerin altında kalır, değersiz bir şekilde yaşarlar. En büyük zararı kendilerine vermektedirler. İzzet ne mal ve zenginlikte, ne şan ve şöhrette, ne mevki ve makamda, ne de rütbe ve diplomadadır; izzet ve şeref Allah katındadır, İslam’dadır, takvadadır.
Sur’a üfürüldüğü zaman...
Kıyamet günü insanlar ırklarından veya kabilelerinden değil, inanç ve amellerinden sorguya çekileceklerdir. Bedenlerine ve mallarına değil, kalplerine ve amellerine bakılacaktır. (Müslim, Birr, 34) İnsanlar Allah’ın huzuruna geldiklerinde herkes kendi ameliyle baş başa kalacak, soy sopun hiçbir önemi olmayacaktır. “Sûr’a üfürüldüğü zaman (işte) o gün ne aralarında soy sop yakınlığı kalacak, ne de birbirlerini arayıp soracaklardır.” (Mü’minûn, 23/101) âyeti bu hakikati gözler önüne sermektedir.
Milletini sevmekle milliyetçilik yapmak aynı şey değildir
Kavmini sevmekle, kavmiyetçilik davası gütmek ayrı şeylerdir. Nitekim bir defasında Hz. Peygamber’e, “Yâ Resûlallah! Kişinin kendi kavmini sevmesi kabilecilik/ırkçılık sayılır mı?” diye sorulmuş ve o, “Hayır. Lâkin kabilecilik/ırkçılık, kişinin kendi kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır.” şeklinde cevaplamıştır. (İbn Mâce, Fiten, 7) Her insan kavmini ve akrabasını sever, onların başarılarıyla gurur duyar, onlara iyilik ve ihsanda bulunur. Dolaysıyla insanın vatanını ve milletini sevmesi, milletinin başarılarıyla gurur duyması ve ülkesinin kalkınması için çalışması ırkçılık değildir. Çünkü bu, insanın fıtratında olan bir duygudur. Mekke’den ayrılarak Medine’ye hicret etmek zorunda kalan Sevgili Peygamberimiz yıllar sonra Mekke’nin fethinde,“(Ey Mekke!) Vallahi sen, Allah’ın arzının en hayırlısı ve bana, Allah’ın arzının en sevimlisisin. Senden çıkarılmış olmasaydım, vallahi seni terk etmezdim.” (Tirmizî, Menâkıb, 68) buyurarak doğup büyüdüğü vatanına duyduğu sevgiyi dile getirmiştir.
Sonuç olarak takva, Allah ve Resûlü’nün hoşnutluğunu kazanmanın ölçütü, müttaki ise bu hoşnutluğu elde etmiş mümindir. Takva, insanın her halinde Allah’a karşı saygılı olması, O’na itaatsizlik etmekten sakınmasıdır. İçten gelen bu duyarlılık ile kişi, günaha dair her şeyden kendisini soyutlar ve büründüğü takva elbisesi ile her türlü kötülükten korunmuş olur. Takva elbisesine bürünmüş, tertemiz, günaha bulaşmamış, taşkınlık göstermeyen, kin ve haset beslemeyen, ırkçılık yapmayan, başkasını hakir ve hor görmeyen bir kalbin ve dürüst bir dilin sahibi, insanların en iyisi olacağından hiç şüphe yoktur. Allaha Emanet Olun...