Huzurlu olmak, mutlu olarak yaşayabilmek ve iyilerden olabilmek için sahip olunması gereken en temel duygu “Vefa”dır. Kardeşim dediği insanların gönlüne girmek, hayır ile yâd edilmek için de elzem olan yine vefadır.

Vefa; kadir kıymet bilmek, kendisine yapılan iyiliğin farkında olmaktır. Sahip olduklarının hak etmediği halde kendisine ikram edildiğini anlamaktır. İyiliğin kadrini bilmemek ya da kendisine yapılan iyiliğe olumlu mukabelede bulunmamak ise vefasızlıktır, diğer ismiyle nankörlüktür.

- Peki, niçin vefalı olunmalı, kimlere ve nasıl vefa gösterilmelidir?

Bunların cevabını Rabbimizin kitabından ve “Rahmeten lil âlemin” olarak gönderdiği vefa peygamberinden, vefa mualliminden öğreniyoruz.

 Vefa peygamberi, ilk olarak insanı ve mevcudatı yoktan var eden ve insanın ihtiyaç duyduğu her şeyi onun imdadına gönderen Âlemlerin Rabbi Allah’a karşı vefalı olmayı öğretiyor. “ Kalu bela” da insanın bir söz verdiğini dolayısıyla ahdinde durması gerektiğini hatırlatıyor.

“Ey insan! Seni yaratan, seni ölçülü bir şekilde tesviye eden Rabbine karşı seni aldatan nedir?”(1) sorusunu yöneltiyor vicdanlara sesleniyor.

Rabbine vefalı olmak aynı zamanda insanın kendi kendine vefalı olmasıdır. Rabbinden emanet aldığı canı ve bedeni maddi-manevi her türlü kötülüklerden koruyarak, selim teslim aldığı kalbi, tekrar selim olarak teslim etmektir.

Çünkü bir zaman sonra selim bir kalpten başka insanın bir sermayesi olmayacaktır. Selim bir kalp en vefalı arkadaştır.

Vefa; güvendir, sadakattir, kayıtsız pazarlıksız teslimiyettir “ne gelirse kabulümdür” demektir tıpkı Hz. İbrahim gibi. Rabbimiz onu “vefalı” (2) diye vasfetmiş, “ona teslim ol dediği zaman o da teslimiyet göstermişti” (3) ve onu tüm insanlığa “imam” (4) tayin etmişti.

“O beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir.

O beni yediren ve içirendir,

Hastalandığımda bana şifa verendir,

Beni vefat ettirecek ve yeniden diriltecek olandır

Sonra hesap gününde hatalarımı bağışlayacağını umduğumdur.”(5) diyerek bir vefa borcu olarak ubudiyetinin gerekçelerini sıralamıştır. O halde büyük olana, vefanın büyüğü gösterilmelidir.

Vefa sembolü İbrahim (as)’ın seçkin torunu efendimizin de şahsiyetini oluşturan en bariz özelliği şüphesiz onun “güvenilirliği”dir. İçinde doğup büyüdüğü toplum tarafından kendisine “Muhammedü’l-Emîn” denilmesi, vahyi ve peygamberliğini inkâr etmelerine rağmen, kendisini yalancılıkla ithâm edememeleri, aralarındaki husûmete rağmen sefere çıkarken mallarını ona emânet etmeleri bu gerçeğin en açık delilidir. Vahiy ile ilgili itirazlarına karşı Rabbimiz Yunus suresi 12. ayetinde “...onlara deki; ben sizlerin içinde (bu toplumda) bir ömür geçirdim, hala akletmez misiniz?” buyurmak suretiyle Hz. Peygamberin nasıl bir konumda ne derece güvenilir olduğunu onlara hatırlatıyor, geçmişini nazara veriyor.
            Çünkü “el-Emîn “ismi, ahde vefâyı yani verdiği sözde durmayı ve dosdoğru olmayı gerektiriyordu. O da “emrolunduğu gibi dosdoğru” oluyordu ve bu büyük sermayesi ile “sen büyük bir ahlak üzeresin” iltifatını alıyordu.

Efendimiz, ister Allah'a, ister insanlara karşı verilmiş olan, her söz ve ahdi yerine getirmekle, imân iddiasında bulunan herkesi borçlu ve sorumlu tutuyordu.  Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hadîs-i Şeriflerde olgun müminlerin vasıfları sayılırken, onların ahde vefâ gösterme özelliklerine de işaret edilmiş, bir âyet-i kerîmede: “Vermiş olduğunuz sözlerinizi yerine getirin. Çünkü verilen sözde elbette sorumluluk vardır.” [6] buyurulmuştur.

Sevgili Peygamberimiz her türlü ahlâkî erdemde olduğu gibi ahde vefâ göstermede de eşsizdi O, insanlığın en büyük vefâ timsâli idi. Verdiği sözde ne olursa olsun duran, yaptığı sözleşmelere bağlı kalan örnek bir insandı. Hayâtı boyunca iş ortaklarına, ticârî münâsebetlerdeki muhâtaplarına ve diğer insanlara karşı son derece dürüst davranmıştır. Bu hususta hiç kimseyi ayırt etmemiştir. Çünkü o âlemlere rahmet idi ve bütün insanlar bu rahmetten istifâde etmişlerdir.

Vefa peygamberi bir gün şöyle buyurdu: Ben babam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesi ve annem Âmine’nin rüyâsıyım.”(7) O, böylece hem Hz. İbrahim’i hem Hz. İsa’yı (a.s.) hem de annesini minnetle anmış, onlara karşı gereken vefâkârlığı göstermiştir. Bununla da kalmayıp kıyamete kadar gelecek olan ümmetine, vefakâr Hz. İbrahim’in (a.s.) ve âline dua edilmesini emir buyurmuştur. Namazlarda okunan “Salli-Bârik” duasında, Âl-i Muhammed’in ardından Âl-i İbrahim’in zikredilmesi, vefa peygamberinin çok zarif ve hassas olan vefâ duygusunun bir eseridir.

Evet...

Hz. Peygambere, sahabeyi kirama, bu dini kimden öğrenmişse onlara karşı vefalı olmak...

Sevdiği, muhabbet beslediği başta anne ve baba olmak üzere büyüklerini unutmamak, onları hep iyilikle yâd etmek, her daim onlara minnettar olduğunu hissettirmek...

Zira bir gün cennette gidecekse, onlar sayesinde ebedi saadete nail olacağını unutmamak ta vefanın bir gereğidir.

“Oku” emri ilahi ile bilgiyi ve tefekkürü bizlere telkin eden bir dinin mensupları olarak, bilmediklerimizi bize öğreten, davranışlarıyla bizlere rehberlik eden, yolumuzu aydınlatan hocalarımıza, ilim ve bilim insanlarına karşı da vefalı olmak...

Yine Rabbimizin bizler için var ettiği ve istifademize sunduğu çevremize yani kâinata karşı da vefalı olmak…

 Ve bu dünya ile içindekilerin bizlere bir emanet olduğu bilincini yüreğimizde hissetmemiz, canlı ve cansız bütün varlıklara bu bilinçle yaklaşmamız da vefa gereğidir.

“...Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (8)

Vefa Peygamberinin izinde vefa toplumuna dönüşmemiz duası ve temennisiyle...

1-İnfitar- (6-8)

2-Necm-(37)

3-Bakara-(131)

4-Bakara-(124)

5-Şuara-(78-82)

6-İsra-34

7-Hakim-2(453)

8-Fetih-(10)