<div> (1077) Hazar denizinin güneybatısındaki Gilan eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Arapça’da “el-Cili, el-Cilani”, Farsça’da “Gili, Gilani”, Türkçe’de ise “Geylani” şeklinde telaffuz edilen nisbesiyle şöhret buldu. Babası Ebû Sâlih Mûsâ’nın dindar bir kimse olduğu bilinmekte, ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hz. Ali’ye ulaşan soy şeceresi kaynaklarda şöyle verilmektedir: Abdülkādir-i Geylani b. Musa b. Abdullah b. Yahyâ b. Muhammed b. Mûsâ el-Cevn b. Abdullah el-Kâmil b. Hasan el-Müsennâ b. Hasan b. Ali. Hz. Hasan soyundan gelen şerifler İdrîsîler, Sa‘dîler (Filâliyyûn) ve Kādirîler adı verilen üç kola ayrılırlar. Babasının “Zengî-dost” (zenci dostu) unvanıyla anılması ve kendisinin Bağdat’ta, a‘cemî (Arap olmayan, yabancı) olarak tanınması gibi hususlar bahis konusu edilerek, Hz. Hasan’a varan soy şeceresinin sonradan ortaya konulmuş olduğu da ileri sürülmüştür. Devrin tanınmış zâhid ve sûfîlerinden Ebû Abdullah es-Savmaî’nin kızı olan annesi Ümmü’l-Hayr Emetü’l-Cebbâr Fâtıma’nın da kadın velîlerden olduğu kabul edilir.</div> <div>Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkādir, annesinin yanında ve dedesi Savmaî’nin himayesinde büyüdü. Kendisi on yaşında mektebe gidip gelirken melekler tarafından korunduğuna inanırdı. Bütün gayesi tahsiline devrin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta devam etmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak bir kafileye katılıp Bağdat’a gitti (1095). Orada Ebû Gālib b. Bâkıllânî, Ca‘fer es-Serrâc, Ebû Bekir Sûsen ve Ebû Tâlib b. Yûsuf gibi âlimlerden hadis; Ebû Sa‘d el-Muharrimî (Mahzûmî), Ebû Hattâb ve Kādî Ebû Hüseyin gibi hukukçulardan fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrîzî gibi dilcilerden de edebiyat okudu. Kısa zamanda usul, fürû ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi oldu. Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda Ebü’l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs (ö. 525/1131) vasıtasıyla tasavvufa intisap etti. Kaynaklar tarikat hırkasını Debbâs’tan giydiğini ve onun damadı olduğunu bildirirler. Hocası Ebû Sa‘d’ın kendisine tahsis ettiği Bâbülerec’deki medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı. Ancak bir süre sonra bütün bunları bırakarak inzivaya çekildi. Menkıbeye göre, yirmi beş yıl kadar süren inzivâ döneminin sonunda, başka biri yedirmedikçe kendi eliyle hiçbir şey yememeye ahdetmiş, aradan kırk gün geçtiği ve içinden “açım, açım” sesleri geldiği halde olağan üstü bir dayanma gücü göstererek direnmiş, nihayet bu hali Ebû Sa‘d el-Muharrimî’ye mâlûm olmuş, o da bunu alıp evine götürerek eliyle doyurmuş ve daha sonra da kendisine şeyhlik hırkasını giydirmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî’ye ulaşan tarikat silsilesi şöyledir: Ebû Sa‘d Mübârek el-Muharrimî, Ebü’l-Hasan el-Hekkârî, Ebü’l-Ferec et-Tarsûsî, Abdülvâhid et-Temîmî, Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî. Muhtemelen inzivâ döneminin sonunda oğlu ile birlikte hacca gitti. Mekke’de tanıştığı birçok sûfîye hırka giydirdi. Sa‘dî, Gülistân’ın ikinci bölümünde Abdülkādir’i Kâbe’nin örtüsüne yapışmış dua ederken gördüğünden bahsederse de tarih itibariyle onu görmüş olması mümkün değildir. Sühreverdî, onun dört kadınla evli olduğunu söyler. Ancak ne zaman evlendiği bilinmemektedir. Herhalde halvete çekildiği zaman evli ve çocuk sahibi idi. Bağdat’ta vefat etti.</div> <div><strong>Dinî ve Tasavvufî Düşünceleri.</strong> Abdülkādir-i Geylânî, Bağdat’a gittiği zaman mensup olduğu Şâfiî mezhebini bırakarak mizacına daha uygun gelen Hanbelî mezhebine girmiş, bununla birlikte hayatının sonuna kadar her iki mezhebe göre fetva vermiştir. Rivayete göre rüyasında Ahmed b. Hanbel Abdülkādir’den, o sırada zayıf durumda bulunan Hanbelîliği canlandırmasını istemiş, o da Hanbelî mezhebine girerek bütün gücüyle bu mezhebi ihya etmeye çalışmıştır. Yaşadığı dönemde Hanbelîler’in imamı olmuş ve bundan dolayı kendisine “Muhyiddin” (dini ihya eden) unvanı verilmiştir. Abdülkādir-i Geylânî Hanbelî mezhebine sarsılmaz bir şekilde bağlıdır. Bütün eserlerinde, özellikle el-Ġunye’de bu mezhebe bağlılığı açıkça görülür. “Mezheplerin en iyisi İmam Ahmed’in mezhebidir” diyerek amel ve itikadda Ahmed b. Hanbel’i hararetli bir şekilde savunur. Müteşâbihatı te’vile kalkışmaz. Diğer Hanbelîler gibi te’vili tahrif sayar. İstivâya tereddütsüz inanır ve bu konuda başta Mu‘tezile olmak üzere öbür mezhepleri şiddetle tenkit eder. İmâm-ı Âzam’ın el-Fıḳhü’l-ekber’deki fikirleri de bu tenkitlerin dışında kalmaz. Diğer Hanbelîler gibi o da Kur’an’daki harflerin dahi mahlûk olmadığını söyler. Müşebbihe veya Mücessime’den olmamakla birlikte bu konudaki görüşü onlarınkine oldukça yakındır. Hanbelîliği, “İmam Ahmed’in akîdesi üzere bulunmayan evliya var mıdır?” sorusuna, “Ne şimdiye kadar olmuştur, ne de bundan sonra olacaktır” diye cevap verecek kadar çok yüceltir. Kelâmdan ve kelâm âlimlerinden nefret eder. Nitekim Sühreverdî’ye, “Bu ilim âhiret azığı değildir” diyerek onun kelâm okumasını câiz görmemiştir. Abdülkādir’in Hanbelî mezhebine bağlı olması, başta İbn Teymiyye olmak üzere pek çok tasavvuf tenkitçisinin takdirini kazanmasına sebep olmuştur. Şathiyeleri (bk. ŞATHİYE) sebebiyle mutasavvıfları tenkit eden İbn Teymiyye onun bu tür sözleri karşısında ya susmak veya bunları te’vil etmek zorunda kalmıştır. Meselâ, “Bizim için bir şeyi terkedene, Allah terkettiğinden çok fazlasını verir” ifadesini çeşitli şekillerde yorumlayarak şeriata uygun olduğunu ispat etmeye çalışır. Şerḥu kelimât min Fütûḥi’l-ġayb adlı eserinde şathiye türünden daha başka örnekler veren İbn Teymiyye, onun Cüneyd-i Bağdâdî ve Muhâsibî gibi şer‘î hükümlere hassasiyetle bağlı, büyük ve saygı değer bir şeyh olduğunu söyler; hatta İbn Akīl’in hücumuna uğrayan şeyhi Debbâs’ı da savunur. Kerametlerinin tevâtürle sabit olduğunu iddia eder ve bunların doğruluğuna inanır. İzzeddin b. Abdüsselâm da bu konuda aynı fikirdedir. Meşhur Hanbelî âlimi İbn Kudâme 1166’da Bağdat’a geldiği zaman Abdülkādir-i Geylânî ile görüşerek ona hayran olmuş, meziyetlerini öve öve bitirememişti. Nevevî, Süyûtî ve İbn Hacer gibi âlimler de onu takdir edenlerdendir.</div>