Kâinatın Efendisi, Cenâb-ı Hakkın ifadesiyle mü’minler için en mükemmel örnek olduğundan; O’nun İslâm’ı tebliğ usûl ve şekilleri biz mü’minler için de baş vurulacak yegâne kaynaktır. Zira Allah Resûlü (s.a.s.) İslâm’ı tebliğ ederken, kâinatın akışı içerisinde cereyan eden genel prensiplere göre davranmış ve daha sonraları karşılaşabilecekleri her türlü durumda ümmeti için bir model ortaya koymuştur. O isteseydi, Rabbine yalvarır ve istediği dünyalığı elde edebilirdi; isteseydi ve hikmet-i İlâhiyeye uygun düşseydi, belki de bütün müşrikler helâk olur veya İslâm’a girebilirlerdi. Ama bütün bunlar mûcize kabilinden gerçekleşeceği için, O bir örnek, takip edilecek bir model olamazdı.

Allah Resûlü’nün (s.a.s.) her konuda örnek olması sebebiyle, tarihin seyri içerisinde O’nun gönül verdiği dâvâ uğrunda kandan  deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlı; varıp hedefine ulaştığında da her şeyi Sahibine verecek kadar olgun ve Yüce Yaratıcı’ya karşı edepli ve saygılı gönül erleri yetişmiştir.

Hz. Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) insanları İslâm’a davet misyonunu ele aldığımızda, onda, daha pek çok ve önemli hususiyetin yanı sıra, sabır, yumuşak davranma ve hoşgörü, tedrîcilik, neticeleri Allah’tan bilme, iç derinliği (maneviyat), tevazu ve muhasebenin birer esas olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi bu esasları tek tek incelemeye çalışalım:

1. Sabır

Kâinatta, en büyük belâ ve musibete hep peygamberler dûçâr olmuşlardır. Fakat en büyük sabrı da yine onlar göstermişlerdir. Hz. Nûh’un, Hz. Lût’un, Hz. Musa’nn, Hz. İsa’nın, Hz. Yahya’nın ve Kâinatın Efendisi’nin (s.a.s.) başına gelenler, az çok bütün mü’minlerin malûmudur. Fakat bütün bu belâ ve musibetler onları dâvâlarını anlatmaktan alıkoyamamış, aksine onlar sabır ve sebatla Allah’ı ve O’nun emirlerini tebliğe devam etmişler. İşte peygamberlere ait bu umumî gaye ve vazife Kur’ân’da şöyle dile getirilir:

“Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah’ın buyruklarını tebliğ ederler, O’nu sayıp, O’ndan çekinir ve O’ndan başka kimseden çekinmezler. Hesaba çeken olarak Allah yeter.” (Ahzab, 33/39)

Bu hususta Peygamber Efendimiz’e de Cenab-ı Hak, tebliğle alâkalı olarak şöyle buyurur:

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz.” (Mâide, 5/67)

Allah Resûlü’nün bu ulvî vazifeyi yüklendikten sonraki bütün hayatı dini tebliğle geçti. O kapı kapı dolaşıyor ve mesajını kendilerine tebliğde bulunabileceği âşina sima ve gönüller arıyordu. Karşı cephenin etkisi evvelâ ilgisizlik ve boykot şeklinde oldu. Daha sonra alayla devam etti. Son safhada ise işkencenin her çeşidiyle sürüp gitti. Geçeceği yollara dikenler serpiliyor, namaz kılarken başına işkembe konuyor ve kendisine her türlü hakaret reva görülüyordu. Ne var ki, Allah Resûlü bunların hiçbiriyle yılmadı ve usanmadı. Çünkü O’nun dünyaya geliş gayesi buydu. Ve ilâhî mesajı sundu. Evet, Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi din ve iman düşmanlarına bile kim bilir kaç defa gitti, hak ve hakikati anlattı!.. O panayırları dolaşıyor, bir kişinin hidâyetine vesile olabilmek için çadır çadır geziyor; gittiği her kapı yüzüne kapanıyor; fakat O bir başka sefer yine aynı kapıya varıyor, aynı şeyleri tekrar ediyordu…

O, Mekke daha fazla ümit vermeyince Taif’e gitti.. Taif mesîrelik bir yerdir. Rahat ve rehavetin şımarttığı Taifliler, Mekkelilerden daha baskın çıktı. Bütün sefîh ve ayak takımı toplanıp Resûl-i Ekrem’i; evet O, meleklerin dahi yüzüne bakmaya kıyamadığı güneşler güneşini taşlayarak Taif’ten kovdular. Allah Resûlü’nün yanında, evlâdım deyip bağrına bastığı Zeyd b. Hârise vardı. Zeyd, gelen taşlara vücudunu siper ederek, Efendiler Efendisini korumaya çalıştı ama, yine de mübarek vücuduna isabet eden taşlar her yanını kanlar içinde bıraktı.

Bu müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica etmişlerdi ki, birdenbire Cibrîl-i Emin beliriverdi. Ve eğer izin verilirse, çevredeki bir dağı, bu azgın insanların başına geçirebileceğini teklif etti. Allah Resûlü çok rencide olduğu bu dakikalarda bile, böyle bir teklife “hayır” diyordu. Evet O, çok ileride bile olsa, eğer bunlardan bazıları imanla uyanacaksa, onlara gelebilecek belâlara karşı “hayır!” diyordu… Günümüzde de İslâm’ı tebliğ ederken karşılaşacağımız zorluklara karşı en birinci sığınağımız yine sabır olmalıdır.

2. Yumuşak Davranma ve Hoşgörü

Hoşgörü ve hilim (yumuşak huyluluk), Efendimiz’in İslâm’ı tebliğinde en mühim köşe taşlarından birisidir. İnsanlara yumuşakça  yaklaşarak dâvâsını anlatan Peygamber Efendimiz’e, yaptığı işin doğruluk ve mükemmelliğini övmek mânâsında Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet sen, kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için duada bulun! (Umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a dayanıp güven! Çünkü Allah, kendisine tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmran, 3/159)

Hilm, Allah Resûlü’ne verilmiş bir mücizevi anahtar durumundadır. O, bu anahtarla pek çok gönlü açmış ve onlara taht kurmuştur. Eğer O’nun bu hilmi olmasaydı, pek çok hazımsız gönül bir kısım sertliklerle karşılaşacak ve onlardan bazıları İslâm’a cephe alacak, kimileri de belki O’ndan uzaklaşacaktı. Ancak Allah Resûlü’nün hilmiyle ki, bütün bunların önü alındı ve koşan koşana herkes gelip İslâmiyet’e  girdi.

Âyetten de anlaşıldığı üzere hilm, rahmetten gelir. Eğer Allah Resûlü, kaba ve haşin olsaydı -ki, asla değildi- etrafında bulunanların hepsi dağılıp gidecekti. Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetidir ki, O’nu yumuşak huylu kıldı. Yani O’nun mayasını öyle mükemmel ve mâhiyetini de öyle halîm kıldı ki, O’na dokunan eller dahi hiçbir zaman incinmedi ve diken bekledikleri anlarda gül buldular. Allah Resûlü (s.a.s.), şöyle buyuruyor:  “İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez.”(Buhâri, Tevhid),   “Yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsin.” (Hâkim, el-Müstedrek), “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Buhâri, Edeb, 18; Müslim, Fezâil, 65)    

Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisinin dişini kıranlara, başını yaranlara karşı bile hep müsamahalı davranmıştır. Mekke’nin fethinden sonra durumlarının ne olacağını merakla bekleyen Mekkelilere, kendisini yurdundan yuvasından mahzun ve yaşlı gözlerle çıkarmış olmalarına bakmaksızın, “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz.” buyurmuştur. Ebû Süfyan’ı affetmiş ve Müslüman olması için gönlünü yumuşatmıştır. Ciğerinin parçası olan amcasının katili Vahşi’yi ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime’yi de affetmiştir. Daha bunlar gibi nicelerini affederek bağrına basmıştır.

3. Tedricilik

Kâinatta cereyan eden genel hâdiselere baktığımız zaman bir tedricilik görürüz. İşte bu tedricilik, İslâm’ın tebliğinde de en önemli noktalardan birisidir. Efendimiz’in (s.a.s) İslâm’ı tedricen ve merhale merhale tebliğ ettiğini ve Kur’ân-ı Kerim’in de tedricen 23 yılda inzâl buyurulduğunu biliyoruz. Hicretle iki döneme bölünen bu 23 yılın, bilindiği gibi ilk devresi Mekke dönemi, ikinci devresi ise Medine dönemi olarak anılır.

Mekke döneminde de bazı dönemlerden bahsetmek mümkünse de, bunları, davetin henüz gizli yapıldığı ve açığa çıktığı iki dönem hâlinde ele almak mümkündür. Mekke’deki davet ve şekli konusunda şu âyet hayli mânidardır:

“Sen insanları Allah yoluna hikmetle, güzel ve makul öğütlerle davet et, gerektiği zaman da onlarla en güzel tarzda mücadele et. Rabbin, elbette, yolundan sapanları en iyi bildiği gibi kimlerin doğru yola geleceğini de pek iyi bilir.” (Nahl, 16/125)

Mekke döneminde nâzil olan âyetler, genel itibariyle, imanî esasları, ahlâkî prensipleri, davranış kriterlerini ve öğütleri muhtevidir.

Medine dönemi ise, bir yandan İslâm hukuk sisteminin vaz’ edilip oturduğu, diğer yandan kul ile Allah arasındaki engellerin bütünüyle ortadan kaldırılmaya çalışıldığı bir dönem olmuştur.

Kâinatın Efendisi (s.a.s.), bütün bu merhalelerde her döneme uygun bir şekilde tebliğde bulunmuştur. Tabir caizse 10 kg. taşıma kapasitesi olan birisine 40 kg yük yükleyerek o kişinin çatlamasına veya sakatlanmasına sebebiyet vermemiştir. Herkese durumuna göre muamelede bulunmuş ve insanların İslâm’a ısınmasına, kalblerine imanın girmesine zemin hazırlamıştır.

4. Neticeleri Sadece Allah’tan Bilme

Efendimiz (s.a.s.), esbap dairesinde yapılması gereken her şeyi yapar ve gerisini Cenab-ı Hakk’a bırakırdı. Cenab-ı Hakk’ın ihsan etmiş olduğu başarılarla böbürlenmez, aksine her iyi neticenin O’ndan geldiğini ve O’nun yardımı olmadan hiçbir şeyin olamayacağını sık sık ifade ederdi.

Efendimiz’in (s.a.s.) yolunu takip eden kara sevdalılar da hep başarı ve muvaffakiyeti ondan bilmişler ve kazandıkları zaferlerle, sarhoş olup nâdanlık yapmamışlardır.

 

5. İç Derinliği (Maneviyat)

Hz. Peygamber (s.a.s.), iç derinliği itibariyle de en zirve noktadaydı. Zira O, zahidlerin en zahidi, âbidlerin en âbidiydi. Allah’tan öyle korkardı ki, âdeta kalbi duracak gibi olurdu. O kadar hassas, o kadar duyarlı idi ki, göz yaşlarının akmadığı ve ürpermediği zaman çok azdı; coşarken âdeta bir derya, dururken de umman gibiydi.  İçe doğru derinlik, zühd ve takva ile olur. Bunları hayatında en güzel tatbik eden de Peygamber Efendimiz’dir.  Zühd, dünya ona verilse sevinmeme, bütün dünya elinden gitse üzülmeme hâlidir. Bu hâl, Allah Resûlü’nde doruk noktadadır. Bütün dünya onun olsaydı herhalde bir arpa tanesi bulmuş kadar sevinmezdi. Bütün dünya elinden gitse, bir arpa tanesi kaybetmiş kadar üzülmezdi. O, dünyayı kalben bu şekilde terk etmişti. Ancak bu terk, hiçbir zaman kesben de dünyayı terk etmek değildir. Zira kazanç yollarının en mantıklısını ve en güzelini bize gösteren O’dur.

Peygamberimiz (s.a.s.), dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Resûlü’nün huzuruna girdi. Efendimiz, yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (r.a.), bu manzara karşısında  ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (r.a):

“Ya Resûlellah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı.” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer’e (r.a.) şu karşılıkta bulunur:“İstemez misin ya Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun.” (Buharî, Tefsir, 21)   Başka bir rivâyette ise Efendimiz şöyle buyururlar:  “Dünya ile benim ne alâkam olabilir? Ben bir yolcu gibiyim, bir ağaç altında gölgelenip, sonra da orayı terkederek yoluna devam eden bir yolcu.” (Tirmizî, Zühd, 44; İbn Mâce, Zühd, 3)

O hâlde mü’min içe doğru derinleşmeye bakmalı ve âhiret azığı hazırlamada ihmalkâr davranmamalıdır. Davranışlarıyla Allah’ın emrinde olan talihliler, hep Yaradanın hoşnutluğuna, insanlık ve fazilete doğru gideceklerdir.

6. Tevazu

Allah Resûlü’nün mahviyet (alçakgönüllülük) ve tevazusu da, bir yanda fetanetinin, diğer yanda tebliğinin  bir  yıldızı gibi parlamaktadır. O, herkes tarafından tanınıp, kabul edildikçe mahviyeti daha da derinleşmiştir. Tevazu ve mahviyet âdeta O’nunla beraber doğmuş gibiydi… Ömrünün sonuna kadar da gelişerek devam etti. Bir gün melek geldi ve sordu: “Kul peygamber mi, melik peygamber mi olmak istersin?” Cibril kulağına fısıldadı: “Rabb’ine karşı mütevazı ol!” Ve, Allah Resûlü cevap verdi: “Bir gün aç yatıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden bir kul peygamber olmak isterim…” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid) O, her zaman kendisini insanlardan bir insan olarak görmüş ve hiçbir zaman kendini onlardan ayrı tutmamıştır.  Yine bir gün karşısında titreyen adama baktı ve şöyle buyurdu:“Kardeşim titreme! Ben de senin gibi kuru ekmek yiyen bir kadının çocuğuyum…” (İbn Mâce, Et’ime, 30)

Evet, birer Müslüman olarak bizler de Efendimiz’i örnek almalıyız. Dünyevî makam ve mevkiler, mal ve mülkler insanı şımartmamalı ve ona kendini unutturmamalıdır. İnsanın üzerine tevdi edilen mükellefiyetin keyfiyeti onu başka bir varlık hâline getirmez. Dolayısıyla da insan, her zaman ve zeminde kendisini insanlardan bir insan olarak kabul etmelidir.  Kâinatın Efendisi Mekke’ye muzaffer bir komutan olarak girerken de, oradan çıkmaya zorlandığı andaki tevazu ve mahviyeti devam ediyordu. Başını o kadar eğmişti ki, Arş’a değen o mübarek baş, orada semerin kaşına değecek kadar eğilmişti…

Hz. Aişe Validemiz’den rivâyet edilen bir hadis bize şunları anlatır: “Allah Resûlü, evinde herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu.” (Tirmizi, Şemâil, 78)

7. Muhasebe

Hayatını sürekli bir muhasebe ve mesûliyet duygusu içerisinde yaşayanların en zirve ismi de yine Kâinatın Efendisi’dir. O, kulluğun ne kadar ağır bir yük olduğunu biliyor ve bu bilinçle kendisini her zaman hesap gününe hazırlamanın gayreti içerisinde bulunuyordu. Bu hususla alâkalı olarak da ümmetinin şöyle dikkatini çekiyordu.
“Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekiniz.” Elbette ki büyük hesap çok çetin olacaktır. O güne kendimizi hazırlamamız lâzımdır. Bu hususla alâkalı olarak Efendimiz’le Hz. Âişe Validemiz arasında geçen bir konuşmayı arz etmek istiyorum:

Kâinatın Efendisi (s.a.s.), birgün Hz. Âişe Validemiz’in yanına geldiklerinde onu ağlar bir vaziyette bulunca,“Ya Âişe, seni ağlatan nedir?” diye sorar. Hz. Âişe Validemiz:  “Ya Resûlellah, Mahşer Günü’nü düşündüm de, o günün dehşeti beni ağlattı. O günde ehlinizi hatırlar mısınız?” der. Allah Resûlü ise şöyle cevap verir:“Üç yer var ki ya Âişe, kimse kimseyi hatırlamaz. Bunlar, amel defterleri dağıtılırken, ameller tartılırken ve Sırat’tan geçerken.” Zira herkes, “Acaba amel defterim sağımdan mı verilecek yoksa solumdan mı veya arkamdan mı?” diye merak içerisindedir. Ameller tartılılırken, “Acaba sevaplarım mı galip gelecek yoksa günahlarım mı?” diye, “Sırat’tan geçip, Cennet’e ve Cemâlullah’a vâsıl olabilecek miyim, yoksa ayağım kayıp Cehennem’in derinliklerine mi düşeceğim?” diye merak içerisinde olacaklardır.

Bunlardan anlıyoruz ki, âhirete gitmeden önce âhiret için hazırlık yapmamız lâzım. Zira Cennet ve Cemâlullah, Cennet’te değil dünyada kazanılır. Efendimiz’in mübarek beyanları içerisinde, “Dünya âhiretin tarlasıdır.” (Aliyyülkârî, el-Masnû’, I/135; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I/1320)  Dünya tarlasına ne ekersek, âhiret harmanında onu hasat ederiz.

Onlar, hayatlarını bu şuur ve idrak içerisinde dolu dolu yaşadılar ve bizlerin yollarını aydınlattılar. Bize düşen de, birer mü’min olarak o aydınlık yoldan yürüyüp ilerlemek ve onların mirasına sahip çıkmaktır.

Selam ve dua ile ...