Hz. Muhammed (s.a.v.), peygamber olduğu andan itibaren İslamiyet’i yaymak adına pek çok faaliyette bulundu. İlk zamanlar, İslam çağrılarını gizli yapan Hz. Peygamber, zamanla bu çağrısını Mekke’nin geneline yaydı ve Mekkeli müşriklerin büyük tepkisiyle karşılaştı. Bu dönemde Ümeyyeoğulları ve Mahzûmoğulları kabilelerinin tepkisiyle Müslümanlardan bazıları Habeşistan’a göç ettiler. 622 tarihinde ise, Hz. Peygamber ve Mekke’deki tüm Müslümanlar, Medine’ye hicret etmek zorunda kaldılar. Bu göç, tarihe “Hicret” ismiyle geçti.

Hicret’ten sonra Müslümanlar ile Mekkeli müşrikler arasındaki kavga devam etti. Medineliler,  Mekke’ye giden ticaret kervanlarının önünü kesince iki taraf arasında savaşlar yaşandı. Bedir Savaşı (624), Uhud Savaşı (625) ve Hendek Savaşı (626)’nın ardından Mekkeliler, Hudeybiye Antlaşmasıyla Müslümanların varlığını tanımak zorunda kaldılar.

Mekke Fethinin Sebepleri ve Sonuçları

Kureyşlilerin müttefiki olan Beni Bekir kabilesi Hudeybiye antlaşmasına aykırı biçimde, Müslümanların himâyesindeki Benî Huzaa kabilesine saldırdı. İslam peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke’ye haber göndererek, öldürülenlerin kan bedellerinin ödenmesini veya Beni Bekir kabilesiyle olan ittifakın sonlandırılmasını, aksi halde Hudeybiye Antlaşması’nın bozulmuş sayılacağını ve savaşa mecbur kalacaklarını bildirdi. Mekkeliler, teklifleri reddettiler ve savaşacaklarını haber verdiler ise de daha sonra fikir değiştirip Ebu Süfyan’ı Müslümanları bir barışa iknâ etmesi için Medine’ye gönderdiler. Ancak görüşmelerden hiçbir netice alamadılar.

Hz. Muhammed (s.a.v.), 4 Ocak 630’da (Hicri 8 Ramazan 13), 10 bin kişilik bir ordu ile Medine’den Mekke'ye doğru yola çıktı. Bu sefer büyük gizlilik içinde yapıldı. 11 Ocak 630 (Hicri 8, Ramazan 20)’de Mekke’ye varınca ordusunu 4 kola ayırarak şu emri verdi: “Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz.”

Hz. Muhammed (s.a.v.) hareket emri verdi ve Fetih Suresi’ni okuyarak Mekke’ye girdi. 3 kolda herhangi bir direnişle karşılaşmazken Halid bin Velid’in komutasındaki 4. kol, İkrime bin Ebu Cehil önderliğindeki küçük bir saldırıyı geri püskürttü.

Mekkeye girdiklerinde ise şöyle buyurmuştu: “Kim ki Mescid-i Harâm’a girerse emniyettedir. Kim ki evinden dışarı çıkmazsa em­niyettedir. Kim ki Ebû Süfyân’ın evine sığınırsa o da emniyettedir!” (Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25/3021-3022).

Hz. Muhammed (s.a.v.), Mekke’ye girer girmez genel af ilan edildiğini bildirdi ve Ebu Süfyan’a bildirdiği şekilde, kimseye dokunulmayacağını ilan etti. Ardından Fetih Sûresi’ni okuyarak ashâb-ı kirâmla birlikte Kâbe-i Muazzama’ya yöneldi. Devesinden inmeden Kâbe’yi tavâf ettikten sonra: “…Hak geldi, bâtıl yok oldu!..” (el-İsrâ, 81) âyet-i kerîmesini tilâvet buyurarak elin­deki değnekle Kâbe’deki putları bizzat devirmeye başladı. (Buhârî, Meğâzî, 48; Müslim, Cihâd, 87).

Resûlullâh güç ve kuvveti elde ettikten sonra, bu gücü insanları öldürüp ülkelerini elegeçirmek için değil, onların gönüllerini fethedip Allâh’a açmak, gerçek saâdete, yâni hidâyete kavuşmalarını sağlamak için kullanmıştır. Zîrâ O, âlemlere rahmet ve hidâyet olarak gönderilen bir “Rahmet Peygamberi” idi.

Allâh Teâlâ Müslümanların savaş ve barış husûsundaki bu anlayışlarını, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyurmaktadır: “Mü’minlere yeryüzünde bir iktidar verdiğimizde, onlar namazı dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti de yalnız Allâh’a âittir.” (el-Hac, 41).

Sekiz yıl evvel iki deve ve üç kişi ile Mekke’den mahzun bir şekilde ayrılan Hazret-i Peygamber, bugün Allâh’ın lutfu ile on bin kişilik muazzam ve muhteşem bir kuvvetle mübârek beldeye giriyordu. O gün yurdundan çıka­rılmış mazlum bir ferd, bugün yurdunu fetheden muzaffer bir fâtihti. Fakat O, bununla aslâ gurûra kapılmayarak devesinin boynu üzerinde secde eder bir vaziyette, yâni bu nîmeti lutfeden Allâh’a şü­kür hâlinde Mekke’ye giriyordu. Başını Allâh Teâlâ’ya karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak: «Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» diyordu. (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1).

Hazret-i Mevlânâ, bir ömür boyu akla hayâle gelmedik çileleri göğüsleyerek putları kıran Resûlullâh’a ne kadar minnettâr olmamız gerektiğini şöyle ifâde buyurur: “Ey bugün Müslüman bulunan kimse! Eğer Hazret-i Ahmed’in (s.a.v.) sa’y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, şimdi sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”

Fetihten sonra Mekkeliler çocuklarını Resûlullâh’a götürüyor, O da onların başlarını sıvazlıyor ve kendilerine duâ ediyordu. (Ahmed, IV, 32).

Bu sırada Kureyşliler, Mescid-i Harâm’a dolmuş, haklarında verilecek hükmü bek­liyorlardı. Allâh Resûlü, sâdece oradakilere değil, bütün in­sanlığa şâmil olan şu cihanşümûl hutbesini îrâd buyurdu: “Allâh’tan başka ilâh yoktur. Yalnız O vardır. O’nun hiçbir benzeri ve ortağı yoktur. Allâh, vaadini yerine getirmiş, kuluna yardım etmiş ve bütün düşmanlarımızı dağıtmıştır. Kâbe hizmeti ve hacılara su dağıtma işi dışında bütün eski gelenek ve görenekler, mal ve kan dâvâları, bugün şu iki ayağımın altındadır. Ey Kureyşliler!Allâh, sizden câhiliyet gurûrunu, babalarla, soylarla (övünüp) kibirlenmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır." (İbn-i Mâce, Diyât, 5; Ahmed, II, 11)

Artık Mekke-i Mükerreme, Hudeybiye’nin bir müjdesi olarak, af, sulh, emniyet ve hidâyetin içiçe olduğu rûhânî bir fetihle asıl sâhiplerine sînesini açmıştı. Bin bir ıztırap, zulüm ve meşakkatle dolu Mekke hasreti de artık sona ermişti. Yılların hüznü sevince dönüşmüştü. Bunun yanı sıra târihin en büyük affını sergi­lemek üzere Allâh Resûlü Mekke halkına: “Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler: “Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, ke­rem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber: “Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi:«…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” bu­yurdu.

Bunun netîcesinde, fetihten önce birçok Müslümanın malına ve cânına kıymış olan kimseler bile, hidâyet şerefine erdiler. Allâh Teâlâ, Kureyş müşriklerini Resûlü’nün eline düşürmüş, ona boyun eğdirmişti. Resûlullâh da onları affetmiş ve serbest bırakmıştı. Bu sebeple Mekkelilere “Tulekâ”, yâni “âzâd edilenler” adı verildi. (İbn-i Hişâm, IV, 32).

Yıllardır alay, hakâret, zulüm ve düşmanlıktan başka bir şeye şâhid olmayan Mekke, o gün sergilenen büyük bir af bayramıyla târifsiz bir muhabbet ve merhamet tecellîsi yaşıyordu.

Öğle namazını edâ ettikten sonra Allâh Resûlü, Safâ Tepe­si’ne çıktı. Mekkelilerin bey’atlerini kabûl etti. Önce erkekler “Müslümanlık ve cihâd” üzere Hazret-i Peygamber’e bey’at ettiler. Sonra kadınlar bey’at ettiler. (Ahmed, III, 415; Buhârî, Meğâzî, 53).

Resûlullâh, Kâbe’nin anahtarının ise Osman bin Talha’da kalmaya devam edeceğini şöyle bildirmişti: “Allâh, size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allâh, size böylece ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allâh, işiten (ve) görendir.” (en-Nisâ, 58) âyetini okuduktan sonra: “Ey Ebû Talha oğulları! Allâh Teâlâ’nın emânetini, sürekli sizde kalmak ve dürüst hareket etmek üzere alınız! Onu, zâlim olmadıkça hiç kimse elinizden alamaz! Bugün, iyilik ve ahde vefâ günüdür.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 31-32).

Peygamber Efendimiz fethin ikinci günü öğle namazından sonra insanların arasında ayağa kalktı. Allâh Teâlâ’ya hamd-ü senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Şüphe yok ki Allâh, göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün, Mekke’yi de haram ve dokunulmaz kılmıştır! Kıyâmet gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır! Şüphesiz Allâh Fil ordusunu Mekke’ye girmekten alıkoymuş, Resûlü’nü ve mü’minleri ise buna muvaffak kılmıştır. Mekke benden sonra hiç kimseye helâl değildir. Mekke’nin avı ürkütülmez, bitkisi kesilmez, bulan kimsenin, sâhibini araması için alması hâriç, kaybolan eşyâsını almak helâl olmaz. Bir kimsenin yakını öldürülürse iki şeyden hangisi hayırlı ise onu isteyebilir: Ya diyet ya da kısas.” (Buhârî, Lukata, 7; Meğâzî, 53).

Peygamberimiz, o gün içine girdiği şehirden ziyâde gönülleri fethetmiştir. Bu sebeple Mekke’nin fethedilmesi, İslâm fütühâtının başlangıcı kabûl edilmiştir. Derhâl bütün Arabistan’a ve oradan bütün cihâna yayılan İslâm’ın maddî ve mânevî fütûhâtı, Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır. Zîrâ bütün kabîleler İslâm’a girmek için Mekke’nin fethini gözlüyorlar ve: “O’nu kavmi ile baş başa bırakın, eğer onlara üstün gelebilirse O peygamberdir.” diyorlardı. (Buhârî, Meğâzî, 53).

Hasan-ı Basrî’den nakledildiğine göre, Resûlullâh Mekke’yi fethedince Araplar: “Allâh Teâlâ Mekkelileri Fil sâhiplerinin ordusundan korumuşken, Muhammed (a.s.v.) mâdem ki Mekkelilere üstün geldi, o hâlde sizin eliniz O’na erişemez.” dediler ve fevc fevc Allâh’ın dînine girdiler. (Elmalılı, IX, 6236-6238).