Modern yaşam dev bir dalga halinde bizi kuşatmış vaziyette. Bu yaşamın

dayandığı bilim ve teknolojinin maddi olanaklarıyla hayatımızı kolaylaştırdığı inkâr

edilemez bir gerçek. Ancak meseleye maneviyat yani ruh cephesinden bakıldığında

aksi bir durumun olduğu görüyoruz. Zira modern yaşamla hayatımız kolaylaştıkça

dünyevileştik ve dünyaya daha bir bağlanıp manevi dünyamızı ihmal ettik. Tıpkı

Kur’ân’ın “Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz”(A’la/16) ayetinde ifade

edildiği gibi. Oysa tercihimiz yanlıştı. Çünkü dünya hayatı sonsuz ahiret yaşamında

rahat etmek için sadece bir geçiş noktasıydı. “Halbuki ahiret daha hayırlı ve daha

kalıcı”(Ala/17) olanıydı. Söylediklerimizden dünyadan el etek çekmek gerektiği

şeklinde bir sonuç çıkarılmamalıdır. Zira Kur’ân dünyaya bakışın nasıl olması

gerektiği hususunda bize bir ölçü vermiştir. “Allah'ın sana verdiği mal ile ahiret

yurdunu, (cenneti) iste, (servetini hayır yoluna harca). Dünyadan nasibini de

unutma, (ihtiyacın kadar sakla). Allah, sana ihsan ettiği gibi, sen de (Allah'ın

kullarına) ihsan et. Yeryüzünde fesad arama; çünkü Allah fesad çıkaranları

sevmez."(Kasas/77) Aslından ölçü oldukça nettir. Ahiretteki yerimizin imarı

oranında dünyadan istifade etmek.

Dünya esas hedef ve amaç haline getirilmemelidir. Fakat insan psikolojisi

hazır olan dünyevi lezzetlere meftundur. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor:

“Gerçek şu ki siz peşin olan/çarçabuk geçen dünya lezzetlerini seviyorsunuz ve

ahireti bırakıyorsunuz.”(Kıyame/20,21) Bu ayet, anlık dünyevî zevklere

dayanamayıp sonsuz ahiret hayatını unutan insanı tasvir etmekte ve zımni olarak gizli

bir tehdit içermektedir. Öyleyse mümin, geçici ve aldatıcı olan dünya lezzetlerinden

ihtiyacı oranında istifade etmeli ancak bala saplanıp kendisini kurtaramayan sineğin

durumuna düşmemelidir. Peki peşin olan dünya zevklerine saplanmama diğer bir

tabirle dünyevileşmeden korunma ve kurtulmanın yolu nedir? Çok seçenekli cevabı

olan böyle bir soruya yazımızın sınırları da dikkate alınarak şunlar söylenebilir: Başta

iman hakikatleri sürekli mütalaa ve müzakere edilmelidir. Zira sorunun esas kaynağı

iman zafiyetidir. Sahabiler, imanlarını diri tutmak amacıyla birbirlerine“ Gel bir saat

rabbimize iman edelim” şeklinde teklifte bulunurlardı. İkinci olarak farz ibadetler

konusunda en küçük taviz verilmemelidir. Çünkü mümini nefis ve şeytanla olan

savaşında esas darbenin geldiği cephe ibadet cephesidir. Bu hususta cami/mescid gibi

müminleri diri tutan önemli bir mekan etrafında bir araya gelinmelidir. Böylece

müminler hem cemaatle yapacakların ibadetlerin sevabını elde etmiş olur hem de

müminler arasında sağlam bir dayanışmaları gerçekleşmiş olur. Üçüncüsü, ölümü

düşünmektir. Ölümün tefekkürü, dünyevileşmeye engel olabilecek şok tedaviye

benzetilebilir. Nitekim Hz. Peygamber “Lezzetleri kökünden söküp atan” ve

“acılaştıran” ölümün tefekkür edilmesini tavsiye etmiştir. Kanaatimizce çağımızda en

çok ihmal edilen çözümlerden biri ölümün hatırlanmak bile istenmemesidir. Halbuki

büyük sufîler, her gün ölümü adeta tatmış gibi onu bütün safhalarıyla düşünmeye ve

hissetmeye çalışmışlardır. Dördüncüsü dünyevileşmeye götürebilecek bütün unsurlara

karşı dikkatli olunup sakınılmalıdır. Özellikle kitle iletişim araçları ve sosyal medya

konusunda bu dikkat en üst seviyede tutulmalıdır. Çünkü dizi film ve reklam vb.

unsurlar lüks yaşam tarzını insanların bilinçaltına adeta ilmek ilmek dokumaktadırlar.

Dünyada çok az insanın yaşadığı hayat tarzı gerçek ve ideal bir yaşam olarak adeta

insanlara dayatılmaktadır. Son olarak dua gibi güçlü bir silah ihmal edilmemelidir.

Esasında dua, müminin Allah ile olan en yakın irtibatıdır. Bu hususta özellikle

Kur’ân’da yer alan peygamberlerin duaları ile sahih sünnette yer alan nebevî duaları

okumaya özen göstermek oldukça faydalı olacaktır. Biz de yazımızı dünya-ahiret

dengesini çok güzel özetleyen, Hz. Peygamberin sevdiği, çokça okuduğu ve oldukça

kapsamlı olan şu Kur’ânî dua ile bitirelim: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik

ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru!”(Bakara/201)