Bayramın Müslümanlar açısından önemi nedir? Ramazan bayramı ilk defa ne zaman kutlanmıştır? Namazgah nedir? Peygamber (s.a.s.) Efendimiz zamanında bayramlar nasıl kutlanırdı?
Eğlence, her kültürde olduğu gibi Arap kültüründe de önemli bir yere sahipti. Allah Resûlü (s.a.s.), dostu Hz. Ebûbekir'e (r.a.) eğlenmenin insan hayatındaki yerini hatırlatırken, "Her toplumun bir bayramı vardır. Bu da bizim bayramımızdır.” diyerek bayramların özel günler olduğunu ifade etmişti. Zira bayramlar hüzün ve sıkıntının paylaşıldığı, sevinçlerin çoğaltıldığı günlerdir. Bugünlerde insanların birlikte eğlenmeleri, onlarda topluma aidiyet bilincini geliştirir ve kimliklerinin korunmasına katkı sağlar.
Hz. Peygamber (s.a.s.) hayatta iken bilhassa Medine döneminde Müslümanlar bayramları neşe ve mutluluk içinde geçirirlerdi.
Küçük kızların şarkılar söylediği bayram gününün bir başka vaktinde Allah Resûlü, Habeşlilerin mescitte sergiledikleri mızrak kalkan oyunlarını eşi Hz. Âişe (r.anha) ile birlikte seyretmiş, gösterilere müdahale etmek isteyen Hz. Ömer'e (r.a.) engel olmuştu. Bayramlarda eğlence düzenleme âdeti daha sonra da sürdürülmüş, hatta sahâbeden; İyâz b. Amr el-Eşarî (r.a.), Fırat'ın sol kıyısında sıralı şehirlerden biri olan Enbâr'da neşesiz geçen bir bayram gününe şahit olunca, alışık olmadığı bu durum karşısında, "Neden Resûlullah'ın huzurunda çocukların çalgılar eşliğinde oynadığı gibi sizin de oyunlar oynadığınızı göremiyorum?" diye uyarma ihtiyacı hissetmişti.
Çünkü bayramlarda eğlenmek Hz. Peygamber'in (s.a.s.) bir sünneti idi. Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'ye geldiğinde şehir halkının yılın iki gününü tören ve eğlence ile kutladıklarını görmüştü. Bunlar Nevruz ve Mihrican günleriydi. O dönemde bayram coşkusunu hisseden çocuklardan biri olan Enes'in dilinden bu iki bayramın değiştirilmesi şöyle anlatılır: "Hz. Peygamber Medine'ye geldiğinde halkın eğlence ile geçirdiği iki gün vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.), "Bu iki gün(ün özelliği) nedir?" diye sordu. "Câhiliye döneminde o günlerde eğlenirdik." dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah sizin için o günleri onlardan daha hayırlı olan Kurban ve Fıtır (Ramazan) bayramlarıyla değiştirdi."
Hicretin birinci yılında belirlenmelerine rağmen her iki bayram da ilk defa hicretin ikinci yılında kutlanmıştı. Zira Sevgili Efendimiz (s.a.s.) Medine'ye 8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) tarihinde varmışlardı. Bundan sonraki yılda Medinelilerin yaşamlarını, ve bayramlarını gözlemleme fırsatı bulmuştu. Bayramların belirlenmesinden sonra, o senenin Ramazan ve Zilhicce ayları geçmiş olduğundan Müslümanların kutlayacağı ilk bayram ikinci senenin Ramazan Bayramı olmuştu.
Hicretin ikinci yılı Şâban ayında orucun da farz kılınması üzerine Şevval ayının ilk günü (27 Mart 624) Ramazan Bayramı olarak kutlanmıştı.
Hac ibadeti hicrî dokuzuncu yılda farz kılınmakla birlikte Kurban Bayramı da yine ikinci yılda Zilhicce ayının onunda (3 Haziran 624) kutlanmaya başlanmıştı.
Artık Müslümanların kendilerine özgü iki bayramı vardı. Ve bu bayramlar onları diğer inanç mensuplarından ayıran bazı ibadetlerle birlikte anılıyordu. Bu iki özel gün, iki özel zaman dilimine bitişikti; birincisi Ramazan ayına, diğeri de hac günlerine. Ramazan boyunca oruç tutup, namaz kılan, zenginse zekât ve fıtır sadakası verip fakirlerin sıkıntılarına çare olan, kısacası bir ayı ibadetle geçiren ve yaptığı güzel işlerle Allah'ın rahmetini ümit eden Müslümanlar, sevinmeyi hak etmişlerdi. Sonra ikinci bir mutluluğu da hac mevsiminde yani Kurban bayramında yaşamaları lütfedilmişti. Hz. İbrâhim'in (a.s.) gördüğü bir rüya üzerine oğlunu kurban etmek istemesi, oğlunun babasına itaati ve onların bu sadakatine karşılık verilen kurbanın hatırası böylece Müslümanlar tarafından her yıl yâd ediliyordu. Bütün Müslümanların katılımıyla musallâda kılınan bayram namazları, bir anlamda bayramın başlangıcıydı.
Peygamberimiz (s.a.s.) bayram namazında normal namaz tekbirlerine ilâve tekbirler alır, namazda A'lâ ve Gâşiye sûrelerini okur, ardından bayram hutbesini irad ederdi.
Bayram namazından önce başka namaz kılmayan Hz. Peygamber (s.a.s.), bayram namazını kılıp evine döndükten sonra iki rekât namaz kılardı. Kurban bayramında ilk iş olarak namaz kılar sonra kurbanını keser ve böyle yapanlar, sünnetimize uygun davranmış olur.
Namazdan sonra ilk bayramlaşma musallâda olurdu. Türkçede "namazgâh" da denilen bu alandan ayrılmadan yapılan bayramlaşma, az önce aynı kıbleye yönelen kalplerin bu sefer birbirlerine yöneldiği anlamını taşıyor olmalıdır. Esasen Müslümanların bir araya gelip ortak bir hedefe aynı duygularla yönelmesi, başlı başına bir bayramdır.
Cuma gününün de bayram olarak tanımlanmasında kuşkusuz Müslümanları bir araya getirme vasfı etkili olmuştur. Aynı şekilde, Arafat'ta vakfe yapan farklı ırk, mezhep ve meşrepten binlerce Müslümanın toplu görüntüsü de Arafat gününe bayram niteliği kazandırmıştır. Medine'de Ramazan ve Kurban bayramlarının ilk günlerinde kadın ve çocukların da katılımıyla bayram namazları musallâda eda edilirdi.
"Musallâ", bayram namazının topluca kılındığı açık ve geniş alandı.
Allah Resûlü'nün (s.a.s.) musallâya giderken ve gelirken farklı yollar kullandığına dair haberlere bakılırsa musallâ mescitten uzak bir yerde olmalıdır. Hz. Ali, İbn Ömer, Ebû Hüreyre ve Abdullah b. Ömer (r.a.) gibi ashâbın önde gelenleri de onun bu sünnetini uygulamışlar, aynı zamanda bizlere de nakletmişlerdir. Bundan dolayıdır ki bayram namazına yürüyerek gitmek, dönüşte de farklı bir yoldan gelmek ve yolda tekbir getirmek hoş karşılanmış, müstehap kabul edilmiştir. Farklı yollardan gidip gelmede farklı Müslüman kardeşleriyle karşılaşıp onların da bayramlarını tebrik etmeyi sağlama düşünülmüş olmalıdır. Günümüzde bazı Müslüman ülkelerde bayram namazlarının musallâda kılınması geleneği hâlâ devam etmektedir. Bu güzel gelenekle toplumun her kesiminin namaza iştirakinin sağlanması ve tam bir bayram coşkusu yaşanması amaçlanmıştır. Ancak Ebû Hüreyre'nin (r.a.) rivayetine göre, bayram namazlarını hemen her zaman musallâda kılan Sevgili Efendimiz (s.a.s.), bir bayram yoğun yağmur sebebiyle musallâya çıkamamış, namazı mescitte kıldırmıştı. Bu uygulama bayram namazlarının namazgâhta kılınmasının bir tercih sebebi olmakla beraber camilerde de kılınabileceğini göstermiştir.
Peygamberimiz (s.a.s.), bayram sabahı namaza katılma konusunda son derece titiz davranır, hatta bayramlık elbisesi olmayan hanımların bile bir arkadaşından ödünç elbise alarak musallâya gelmelerini isterdi.
Ensar hanımlarından Ümmü Atıyye'nin (r.anha) anlattığına göre Resûlullah (s.a.s.), genç yaşlı, evli bekâr bütün hanımların bayram günü musallâya çıkmasını, hatta âdetli olanların da gelerek namaz kılmaksızın bir kenarda durmalarını ve duaya iştirak etmelerini istemişti. Böylece herkesin mutlu olduğu günde bazı kadınların özel hâlleri nedeniyle bayram sevincine ortak olmaktan mahrum kalmalarına gönlü elvermemiş, bu sevincin herkese ulaşmasını arzu etmişti. Bayram günü, kadın erkek bütün Müslümanlar açık alanda toplanır; buradan tekbir nidaları yükselir ve inananlar ortak dualara âmin derlerdi. Birlikleri, dirlikleri, arınmaları ve günlerinin bereketli olması için dualar ederlerdi.
Bayramlar, aynı zamanda dayanışma ve yardımlaşma içerisinde müminlerin birbirlerine kenetlendikleri günlerdi.
Nitekim bir bayram namazından sonra Hz. Peygamber (s.a.s.), Bilâl (r.a.) ile birlikte hanımların yanına giderek onlara, "Ey hanımlar topluluğu! Sadaka verin, zira sadaka sizin için daha hayırlıdır!" buyurmuş, yoksullar için onlardan yardım talep etmişti. Resûlullah'ın (s.a.s.) bu çağrısına kadınlar yüzüklerini, küpelerini ve çeşitli ziynet eşyalarını bağışlamak suretiyle cevap vermişlerdi.
Allah Resûlü'nün (s.a.s.), cuma günlerindeki gibi bayram günlerinde de gusül abdesti alarak banyo yapması âdetiydi.
Bayram sabahları güneş doğduktan sonra evinden çıkar ve musallâya doğru giderdi.
Eğer Ramazan Bayramı ise birkaç hurma ile ağzını tatlandırmadan evinden çıkmazdı.
Kurban Bayramı'nda ise bayram namazından dönmedikçe bir şey yemezdi. Onun bu sünneti daha sonra bu bayramlarda şeker ve tatlı yapma ve misafirlere ikram etme geleneğinde etkili olmuştur.