Kureyşliler, Allah Rasûlü’nün nübüvvetinden beş sene önce Kâbe’yi tâmir etmişlerdi. Varlık Nûru da Kâbe’nin tâmirine amcası Abbâs ile beraber iştirâk etti. Sıra Hacer-i Esved’i yerine koymaya gelince, her kabîle bu şerefli vazîfeyi kendisi yapmak istediği için büyük bir kargaşa çıktı. Aralarında sert tartışma ve çekişmeler başladı.
Mesele haset ve ihtirâsa dönüştü. Neredeyse kan dökülecekti. Abduddâroğulları, içi kanla dolu bir çanak getirdiler, ölünceye kadar çarpışmak üzere Adiy bin Kâ’b Oğulları’yla antlaşma yaptılar ve savaşmaya hazırlandılar. Yeminlerini sağlamlaştırmak için de ellerini kanla dolu çanağa batırdılar. Kureyşliler, bu hâl üzere dört veya beş gece kaldılar. Nihâyet Kureyş’in en yaşlısı olan Ebû Ümeyye yüksek sesle: “
–Ey kavmim! Biz ancak hayır istiyoruz, kötülük istemiyoruz. Sizler bu hususta kıskançlık yarışına girmeyin. Bırakın mücâdeleyi! Mâdem şu meseleyi aramızda hâlledemedik,Harem kapısından ilk gelecek zâtı aramızda hakem tâyin edelim. Hükmüne de râzı olalım!” diyerek eliyle Mescid-i Harâm’ın Benî Şeybe kapısını gösterdi. Tam o esnâda Âlemlerin Efendisi, Harem kapısında göründü. Herkesin yüzünü tatlı bir tebessüm kapladı. Zîrâ gelen Muhammedü’lEmîn idi. Kureyş’in, Peygamber Efendimiz - sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı sevgi, hürmet ve îtimâdı, her geçen gün daha da ziyâdeleşmişti. Hattâ bir deve kesecek olsalar, Server-i Âlem Efendimiz’i ararlar, O da gelir işlerinin bereketi için onlara duâ ederdi.[5] Bu sebeple Kureyşliler O’nu görür görmez: “
–İşte el-Emîn! O’nun aramızda hakem olmasına hepimiz râzıyız!” dediler. Meseleyi kendisine anlattılar. O da, her kabîleden bir kişi seçti ve ridâsını çıkarıp yere serdi. Sonra Hacer-i Esved’i ridâsının üzerine koydurup, seçtiği kişilerin her birine bir ucundan tutturdu. Mübârek taşı birlikte taşıdılar. Varlık Nûru da onu kendi elleriyle yerine yerleştirdi. Böylece Efendimiz, fetânet ve firâsetini göstererek kabîleler arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşa mânî oldu. (İbn-i Hişâm, I, 209-214; Abdürrazzâk, V, 319) Allah Rasûlü’nün İslâm yolunda yaptığı muhârebelerde gösterdiği dirâyet, barış antlaşmalarında bilhassa Hudeybiye’de ortaya koyduğu firâset, Mekke fethinde, Huneyn’de, Tâif’te izlediği hârikulâde metot ve gösterdiği adâlet, hiçbir beşerin ulaşamayacağı kabîlden yüce ve ulvî olmuştur. Zâten insanlar da dâimâ ferâset ve şahsiyet sâhibi kimselere hayran olurlar ve îtimâd ederler.
• Sabırlı ve vakarlı tavır Hazret-i Yûsuf’un suçsuz olduğu kabûl edilmiş ve zindandan çıkması için kendisine elçi gönderilmişti. Yûsuf -aleyhisselâm- ise, Melik hakîkate iyice vâkıf olmadan, mes’elenin aslı iyice anlaşılmadan ve haksız yere hapse atıldığı herkesçe kabûl edilmeden, zindandan çıkmak istemedi. Aklını kullanarak, sabırlı ve vakarlı bir tavır göstererek, kendisine hased edenlerin işi daha fazla karıştırmalarına da mânî oldu. Kendisine yapılan bütün isnadların yalan ve iftirâ olduğunu ispat edip töhmetten tamamen kurtulunca, zindandan çıkmayı kabûl etti. Bu sebeple her Müslüman, Yûsuf - aleyhisselâm-’ın bu ferâsetli hareketinden ibret alarak, üzerinden töhmeti atmak ve töhmet yerlerinden sakınmak husûsunda son derece dikkatli ve titiz davranmalıdır. • Süleyman Aleyhisselâm feraseti Süleyman -aleyhisselâm-, çocukluğundan itibâren yüksek bir anlayışa sâhip, çok zeki biriydi. O’nun bu husûsiyetiyle ilgili olarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bir hâdise anlatır: “…Vaktiyle iki kadın ve beraberlerinde çocukları vardı. Yolda giderlerken bir kurt gelip kadınlardan büyük olanın çocuğunu alıp götürdü. Bunun üzerine bu kadın, arkadaşı (olan küçük) kadına: «
–Kurt, senin çocuğunu götürdü.» dedi. Diğer kadın: «–Hayır, senin çocuğunu götürdü!» dedi. Nihâyet bu iki kadın, aralarında hükmetmesi için Dâvûd -aleyhisselâm-’a mürâcaat ettiler. Dâvûd -aleyhisselâm-, çocuğun büyük kadına âit olduğuna hükmetti.[6] Onlar muhâkemeden çıkıp, Dâvûd -aleyhisselâm-’ın oğlu Süleyman -aleyhisselâm-’a gittiler. Dâvûd -aleyhisselâm-’ın hükmünü söylediler. Süleyman -aleyhisselâm- da: «–Bana bir bıçak getirin! Çocuğu (bu) iki kadın arasında paylaştırayım!» dedi. Bunun üzerine, çocuğun gerçek anası olan küçük kadın derhâl ileri atıldı: «–Aman öyle yapma! Allâh sana rahmet eylesin! Çocuk bu kadınındır!» dedi. Bunun üzerine Süleyman -aleyhisselâm-, çocuğun küçük kadına âit olduğuna hükmetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 40) • En ferasetli kadınlar Arâis-i Mecâlis adlı kitapta nakledilen bir rivâyet şöyledir: Ferâset bakımından kadınların en üstünü ikidir. İkisi de Hazret-i Mûsâ hakkındaki teşhislerinde firâsetle isâbet etmiştir: Biri, Firavun’un hanımı Âsiye’dir. (O, Mûsâ bir sandık içinde saraya getirilince, gönlü O’na meylederek, alıp Firavun’a götürmüş:) “–Bu çocuk, benim ve senin için göz nûru, göz aydınlığı olsun! O’nu öldürme!” demişti. Diğeri ise Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızıdır. Mûsâ -aleyhisselâm-’ın yüce ahlâkını tespit etmiş ve: “–Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için O’nu ücretle tut! O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısıdır, kuvvetli ve emîndir!” demişti. Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızı Safura, Hazreti Mûsâ’nın emînliğini firâseti ile tespit etmiştir. Bunu nasıl anladığı sorulduğunda ise: “–Çünkü O, bizim yüzümüze dahî bakmadı. Yolda da önümüzden yürüyordu. Anlaşılıyor ki, çok emîn bir kimsedir!” cevâbını vermişti. Her Müslüman, peygamberlerdeki fetânet (kalbe bağlı akıl, firâset ve basîret) sıfatından hisse alıp, akıl nîmetini en verimli bir şekilde kullanmalıdır. Kime, neyi, ne zaman, nerede ve nasıl söyleyeceğini ve ne şekilde davranacağını bilmelidir. Meselâ Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’ın, Habeşistan kralı Necâşî’ye, İslâm hakkında bilgi verirken tâkip ettiği ince üslûb, bir müslümanın firâsetini göstermesi bakımından pek ibretlidir. Hristiyan olan Necâşî, Câfer-i Tayyâr - radıyallâhu anh-’ın Kur’ânı Kerîm’den birkaç âyet okumasını talep ettiğinde o, ilk başta inkârcılara meydan okuyan âyetleri değil, içinde Hazret-i Îsâ ve annesinden övgüyle bahsedilen Meryem Sûresi’ni okudu. Hazret-i Câfer’in tilâvet ettiği âyet-i celîleleri huşû içinde dinleyen Necâşî, yaşlı gözlerle: “–Şüphesiz şu dinlediklerim ile Îsâ’nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!” dedi ve bir müddet sonra da İslâm ile şereflendi. (İbn-i Hişâm, I, 358-360)