Kur’ân-ı Kerîm’de hoşgörü anlamında başta “af” ve onunla birlikte zikredilen “safh” kelimeleri olmak üzere “hilm”, “silm”, “sabır”, “sulh”, “lîn” (yumuşaklık) gibi kavramlarla İslâm’ın hoşgörüsünü ifade eden pek çok âyet bulunmaktadır. Bu âyetlerde dinî ve dünyevî hayata ilişkin olarak insanların gücünü aşan veya hayatlarını zorlaştıran mükellefiyetlerden muaf tutulması veya yükümlülüklerinin hafifletilmesi, İslâm’ın temel kurallarını sarsmadıkça daima kolaylığın tercih edilmesi istenmekte; Müslümanların diğer insanların kişiliklerine, düşünce ve inançlarına saygı göstermeleri, onlara farklılıklarını koruma ortamı sağlamaları emredilmektedir. Hadis külliyatında bu tür açıklamaların yanında hoşgörü anlamına gelecek ifadeler, Müslümanın temel ahlâkî özelliklerinden biri olarak gösterilmiştir. Konuya ilişkin âyet ve hadisler, İslâm medeniyetinde bir yandan İslâm ümmetinin kendi arasındaki ilişkilerin kolaylık ve hoşgörü temeli üzerine oturtulmasına, öte yandan değişik dinlere ve kültürlere mensup olanların inanç farklılıklarına saygı gösterilmesine temel teşkil etmiştir. İnsanların faaliyet alanlarına, sosyal çevrelerine ve konumlarına göre ferdî ve toplumsal düzeyde farklı hoşgörü tarzlarından söz edilebilir. Başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere diğer bütün semavi kitapların insanlığa tebliğ edilmesi, varlığın sahibi yüce Allah’ın varlık içinden seçerek, bu semavi kitaplarla ve ilahi elçiler aracılığıyla insana hitap etmesi, insanoğlunu muhatap kabul etmesi de başlı başına insana verilen değerin açık ve net bir göstergesidir.
Kur’an-ı Kerim’in haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın haram kıldığı bir cana kıymayı kesin olarak yasaklaması, hatta bir can karşılığı yahut yeryüzünde bir fesat çıkarmasından dolayı olmaksızın bir canı öldürmeyi adeta bütün insanlığı katletmiş gibi sayması, tam aksine bir insanın hayatının kurtarılmasını da bütün insanların hayatının kurtarılması gibi göstermesi, bu yüce kitabın insana verdiği yüksek değeri göstermesi bakımından fevkalade önemlidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de insanın dokunulmazlığı konusunda, Veda Hutbesinde şu tarihi ifadelere yer vermiştir: “Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir (dokunulmazdır); her türlü tecavüzden korunmuştur.”
İlmi kaynaklar ve yaşanan tarih bize gösteriyor ki, temelini Kur’an ve Sünnet’in teşkil ettiği İslâm Hukukunun gelmesiyle, daha önce var olan, insana karşı ilkel hükümler ortadan kaldırılmıştır. Bazı düşünürlerin “İnsanlar iki grup halinde doğarlar; birisi hizmet edilenler yani hürler, diğeri ise hizmet edenler yani hizmetçiler ve köleler” sözünden ilham alan Batı Medeniyeti yerine, insanı, ahsen-i takvim suretinde yaratılmış ve yeryüzünde Allah’ın halifesi, mükerrem bir mahlûk olarak gören İslâm Medeniyeti tesis edilmiştir.İslâm’da insanlar hukukta, kanun önünde de eşit sayılmışlardır. İslâm nazarında her insan Allah’ın kuludur ve hepsi aynı tabii haklara sahiptir. İslamiyet sınıf farklarınıkaldırmış ve bu farklara dayanan bütün gurur ve kibirleri kırmıştır. Hangi ırka, hangi sınıfa, hangi mesleğe, hangi rütbeye mensup olursa olsun her insan, insan olmak bakımından birtakım eşit haklara sahiptir. Ancak Allah katında insanlardaki üstünlük ölçüsü sadece takva kabul edilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de söz konusu gerçekleri Veda Hutbesinde şöyle ifade buyurmuşlardır:
“Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz birdir. Hepiniz Adem’den türemiş bulunuyorsunuz. Adem ise topraktan yaratılmıştır. Allah katında en mükerrem ve makbul olanınız, O'ndan korkup çekineninizdir. ArabınArap olmayan üzerinde herhangi bir üstünlüğü yoktur; varsa bu, takva yönündendir.”
İslâm hoşgörü dini olduğu gibi aynı zamanda bir ahlak dinidir. Müslümanlık ahlak demek, Müslüman da en olgun ve en faziletli bir insan demektir. İslâm’ın mümine yüklediği ahlaki vazifelerin hepsi imanla yakından ilgilidir. İnancın temeli olan tevhîd ile alakalıdır. İslâm’da ahlaki görevlerle imanı birbirinden ayırmak mümkün değildir. İslâm’da ahlaki hiçbir emir yoktur ki, dinin esas temeli olan iman ile sıkı bir alakası olmasın. Allah’ın birliğini ikrar etmek nasıl imandan bir cüz ise, bu olmadıkça insan nasıl mümin sayılmazsa, insanlara zarar verecek şeyleri ortadan kaldırmak, mesela; yolun ortasındaki bir taş parçasını, bir çalıyı kaldırıp bir kenara atmak da imanla alakalıdır imanın kemalindendir. Mesela, "Sizden biriniz, kendisi için arzu ettiği bir şeyi kardeşiiçin dearzu etmedikçe iman etmiş olmaz. Hadis’i vb. daha birçok hadis-i şerifler de aynı gerçeği açıkça teyit etmektedirler. İslamiyet gerçekten hoşgörü, müsamaha ve tolerans dinidir. Çünkü her vesile ile yumuşaklığı, affetmeyi, iyiliği, hüsnü, muameleyi, hüsn-ü zannı, merhameti, kardeşliği, muhabbeti v.s. her türlü güzel ahlakı emredip tavsiye eden bir dini; hoşgörü, müsamaha v.b. vasıflardan başka şeylerle tavsif etmek mümkün değildir. Müntesiplerine daima zoru değil kolayı; nefret ettirmeyi değil, müjdeyi tavsiye etmiştir. İnsanlara güçlerinin yetmeyeceği, fıtratlarının kaldıramayacağı şeyi asla yüklememiştir.
Yapılan tespitlere göre Hz. Peygamber’in hoşgörü göstermediği hususlar şunlardır:
1- Hz. Peygamber, İslâm tebliğini engelleyenlere, İslâm devletine açıktan düşmanlık yapanlara mâni olmuş, İslâm dinine açıktan düşmanlıklarını şiirleriyle söyleyen ve müşrikleri Müslümanlara karşı kışkırtanlara hoşgörülü olmamıştır.
2- Suçu sabit olan kimsenin affını isteyenleri reddetmiş, bu konuda hoşgörülü davranmamıştır. Hz. Peygamber: “Allah'a yemin olsun ki, hırsızlık yapan kızım Fâtıma da olsa onun elini keserdim.” buyurarak bu konudaki hassasiyetini göstermiştir.
3- Kavmiyetçilik ve asabiyeti yasaklamış, bu hususta müsamahalı olmamıştır.
4- Kul hakkı konusunda son derece titiz davranmış, kul hakkına tecavüzü yasaklamıştır.
5- Kötülüklere engel olma, açıktan haram işlenmesi vb. noktalarda müsamahalı olmamıştır.
Yani; hoşgörü sınırsız bir şey değildir. İdeal gibi görünen hoşgörüyü tam elde etme değil, ona yaklaşma söz konusudur. Bu ruh halinin sınırının genişliği ölçüsünde medenilikte ilerleme olur ama mutlak bir hoşgörü hali düşünülemez. Hoşgörüyü yok edecek hoş görmezliğe karşı hoşgörülü olunamaz. Hakaret, tehdit ve saldırı gibi eylemlere karşı da hoşgörülü olunamaz. Ferdin dokunulmaz haklarıyla toplumu ayakta tutan değerleri yıkıcı faaliyetler hoşgörü sınırının dışındadır. İnsan hürriyetlerinin gerektiği gibi uygulanabilmesi ancak o toplumun, fertlerine hoşgörüyü kazandıracak medeniyet seviyesine ulaşabilmesine bağlıdır. Belli bir medeniyet seviyesine gelmeyen toplumda, kanunlara getirilen hürriyetler, beklenilen sonucu vermez.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hoşgörü anlayışı ve İslâm tarihindeki hoşgörü uygulamalarından modern dünyanın alacağı dersler ve ibretler vardır. Müslümanları herhangi bir ayırıma tâbi tutmadan hepsini bağnaz, savaşçı ve müsamahasız olarak niteleyenlerin Hz. Peygamber’in hayatını, faaliyetlerini ve İslâm tarihini iyi öğrenmeleri ve yorumlamaları gerekmektedir. İslâm, özündeki iyilik ve ikramda bulunma, kendisine sığınanlara eman verip emniyette hissedeceği yere kadar ulaştırma gibi hasletlerinden dolayı başka ülkelerde zulme uğrayanlara bile kucak açmıştır. İslâm Tarihi tetkik edildiğinde ırk, din, siyaset vb. nedenlerle zulme uğrayanlar İslâm toprağında, Müslüman ülkelerde daima sığınacak yer bulmuşlardır. Bu gerçeğe en bariz örnek 15. yüzyılda İspanya Kralı Ferdinand’ın Yahudileri toptan yok etmeye başlaması üzerine II. Beyazıd’ın onu kınayıp Yahudileri Türkiye'ye getirerek kurtarması olayıdır.İslâm ve Müslümanlar aleyhine sürüp gelen klasik iddiaların aksine Kur’an, Müslümanlarda din konusunda savaşmayan, ülkelerinden çıkarmayan kimselere iyilikte bulunmayı, adaletli davranmayı yasaklamamaktadır. Müşrik de olsa Müslümanlara sığınmak isteyenlere eman verip emniyetini sağlayarak, hakka irşat edilmeleri istenmektedir. Hatta bu kadarını da yeterli bulmayıp, daha da ileri giderek, şayet yolculuk halinde iseler her türlü tehlikelerden korunacakları yere ulaşıncaya kadar onların himaye ve gözetimlerini Müslümanlarının üstlenmesini emretmektedir.
Sonra, İslam ülkelerindeki gayr-ı müslimlerin inançlarını, örf ve adetlerini yaşama hürriyetini kendilerini, mallarını ve namuslarını korumayı üstlenmekle yetinmeyip dahada ileriye giderek onlara genel hukuktan Müslümanlara verdiği ölçüde, himaye ileberaber hürriyeti, şefkatle beraber adaleti veren “Lenum malena ve aleyhim ma Aleyna /Bizim lehimize olan onların da lehinedir. Bizim aleyhimize olan onların da aleyhinedir.”ifadesinde özetlenen İslâmî kaideden daha adaletli, daha merhametli, ümmetin birliği ve dayanışmasına daha hırslı olan başka bir kaide gösterilebilir mi? Bütün bunlar gösteriyor ki, Muhammed Ebu Zehra’nın ifadesiyle; Müslümanların gayr-ı müslimlerle olan ilişkilerinde İslâm; insanların hayatına, fikir ve inanç hürriyetlerine, insanları doğru yola çağırmaya engel olma gibi durumlar söz konusu olmadığı sürecesulh halinde yaşamayı esas kabul etmektedir.
Hülasa İslâm; her millet, mezhep ve görüşe mensup olanlara; adaleti yerleştirmek, emniyet ve asayişi yaygınlaştırmak, insan kanı akıtılmasına, şeref ve namusun çiğnememesineengel olmak uğruna yardımlaşma yolunda barış elini uzatmaktan bir an bile geridurmaz. Şartlar da gerektirse en ufak bir zulme razı olmaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim, insanlığı, fıtratına uygun en doğru bir yola hidayet etmek, yeryüzünde adaleti tesisedip her türlü zulüm ve haksızlıkları, ahlaksızlıkları, insana yakışmayan her türlü hareketiortadan kaldırmak, insanlığı karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için gönderilmiştir.
Sınırsız hoşgörü bireylerde değersizleşme ve amaçsızlaşma olgusunu doğurur. “Değerden bağımsızlaşma” Batı toplumlarındaki sekülerleşme süreçlerinin sonucunda ortaya çıkan bir problemdir. Batı toplumu her türlü kutsaldan ve aşkın amaçtan uzaklaşarak bir “hoşgörü” toplumu olmuştur. Kur’an bakış açısının bize kazandırdığı hoşgörü ise şudur: İslam’ın hoş gördüklerini hoş görmek, hoş görmediği hususlara karşı ise tahammül etmek. Huzur ve barış içinde birlikte yaşama karşılığında her medeni insan, diğer bireylerin kültürel norm ve inanç sistemine “tahammül” etmek zorunda kalacaktır.
Günümüz Batı toplumlarında da kitlesel dış göç hareketleriyle birlikte, önemli bir kısmı Müslüman toplumlardan olmak üzere, farklı medeniyetlerden önemli bir göçmen nüfus bulunmaktadır. Bunlara karşı da Batı toplumlarında önyargının, nefret saldırı ve suçlarının yüksek düzeyde varlığı söz konusudur. Tarihte birlikte yaşama kültürünü kendi medeniyeti içerisinde bile sağlıklı biçimde kuramayan Batı medeniyeti, günümüzde bu göçmenlerin entegrasyonu, toplumun onları kabullenmesi, saygı ve hoşgörü göstermesi konularında ciddi sorunlar yaşamaktadır. Batı medeniyetinde birlikte yaşama kültürünün, tarih boyunca belirgin bir gelişme gösteremediğini, farklı din, mezhep ya da etnik kimlikleri içerisinde barındıran çok kültürlü toplumsal yapıların oluşamadığını görmekteyiz. Bu nedenle de farklılıkları hoş görebilen, bunları kendi içinde barındırabilen bir medeniyet olma özelliğine sahip olamamıştır. Ortaçağ ve erken modern dönemde batı coğrafyasında, çok da büyük olmayan Yahudi azınlık ve Hristiyanlar dışında başka bir dine mensup bir topluluğu görememekteyiz.
Birçok ülkede sömürüler yapan, kan döken, zulümler yapan batılılar; günümüzde kendilerini medeni, demokrat, insan haklarına saygılı, hak, hukuktan yana ilan etmeye çalışsalar da, batıda hoşgörü kavramı; asrısaadetten yaklaşık bin sene sonra ancak felsefi bir kavram olarak kullanılmaya başlanabilmiştir. Avrupa’da birlikte yaşama kültürünün zayıflığı sadece başka dinlerin mensuplarına karşı söz konusu olmamış, ayrıca hâkim din Hristiyanlığın mezhepleri arasında da hoşgörüsüzlük, birlikte yaşayamama kendisini göstermiştir. Protestan mezhebinin 16. yüzyılın başlarında ortaya çıkmasından sonra Avrupa, yüzlerce yıl, sonu gelmeyen mezhep kökenli savaşlara sahne olmuştur. Bu savaşlar, farklı mezheplere mensup ülkeler ya da prenslikler arasında meydana gelebildiği gibi aynı ülkedeki Katolik ve Protestanlar arasında bir iç savaş şeklinde de ortaya çıkabilmiştir. Bu savaşlarda milyonlarca insan ölmüş, Avrupa’da aynı dinin farklı mezheplerinin bile bir arada yaşayabilme yeteneğini sergileyemediği görülmüştür. Batı dünyası kendi hegomanyasını koruyabilmek için her türlü hak ihlalini yaparken diğer ülkelere insan hakları dersi vermeye kalkmaktadır. Bu konuda; ABD’nin Louisville Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdüren tarihçi ve nüfus bilimci Justin McCarthy, 1995’te yayınlanan “Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarına Karşı Yürütülen Ulus Olarak Temizleme İşlemi” adlı kitabı, 1821-1922 yıllarında Balkanlar, Kafkasya, Kırım ve Anadolu’da yaşanan Müslüman halkların uğradığı katliamlara ve sürgüne ışık tutuyor. İslamofobi, Batı’da özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası hızla yayılmış ve “İslam terör dini” ve Müslümanların da “potansiyel terörist” olduğu anlayışı etkin bir toplumsal önyargı olarak yerleşmeye başlamıştır. Bu durum, birlikte yaşama kültürü ile de doğrudan bağlantılı olarak göçmenlere karşı olan olumsuz yaklaşımların, Müslüman göçmenlere karşı, toplumsal düzeyde, şiddete ve nefret suçlarına dönüşmesine yol açmaktadır.
Hâsılı, Batının hoşgörü anlayışı kendi menfaatleri, siyasi çıkarları ekseninde kendilerine yönelik tolerans beklentisi olup kendileri dışındaki milletleri köle zihniyeti ile gören bencil bir bakış açısıdır. Kendinden olmayana karşı zulmü reva gören Batı anlayışı, siyasi çıkarları için katliamın her türlüsünü hoş görmüş, zulmü alkışlamıştır. Tarih bunun sayısız örnekleri ile doludur. Oysa İslâm, insanı, “yaratılanı yaratandan ötürü sevmek” anlayışı ile değerli görmüş, cinsiyeti, milliyeti, dini inancı ve görüşü ne olursa olsun özgürce yaşama hakkı olduğunu haykırmıştır. İslâm dünyasında da, çok kültürlü ve hoşgörü ikliminde farklı kültür, inanç ve milliyete sahip kişilerin insanca yaşama hakkı elde ettiğini tarihi vesikalardan öğreniyor, birebir yaşıyoruz.