İslam, insan hayatının tümünü kuşatan, dünya ve ahiret saadetine ulaştıran mükemmel bir ahlak sistemi getirmiştir.

Ana çizgileri Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sünneti tarafından belirlenen bu sistemin iki temel şartı vardır. Bunlardan ilki, tevhid inancına dayalı sağlam bir iman; ikincisi ise istikamet üzere yaşamaktır.

K-v-m kökünden mastar olan istikamet, doğruluk, dürüstlük, adalet, itidal, itaat, sadakat ve dürüstçe yaşama manalarında kullanılmaktadır. Düşünce, söz ve davranışlarda hak ölçüsünü aşmamanın, söylenen söze yalan, yapılan işe de hile katmamanın adı doğruluk, diğer bir deyişle istikamettir. Bu anlamda istikamet, İslami ve hatta insani hayatın tek ölçüsü ve güvencesidir.

İstikamet, Kur’an ve sünnet ilkeleri ile yaşanan bir hayatın neticesinde asil bir duruşun tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır. Söz konusu neticenin arka planında ise istikametin rotasını tayin eden iman, ibadet ve güzel ahlak gibi önemli yapıtaşları vardır.

Dolayısıyla istikamet, anılan üç esasın kulluk yolculuğundaki izdüşümüdür. Bu bağlamda istikameti anlamlı kılan esas unsur, Cenab-ı Hakk’ın bizlerden ne istediğini bilme ve onu davranışlara dönüştürme gayretidir. Bu çaba bilgi, varlık ve eylem boyutuyla istikametin ne denli zor ve meşakkatli bir yolculuk olduğunu gözler önüne sermektedir.

Nitekim Hz. Peygamber’in (s.a.s.);

“Hud suresi beni ihtiyarlattı.” (Tirmizi, Tefsir, 56.)

Sözüne kaynak teşkil eden;

“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hud, 11/112.)

ayeti, bu gerçeği bütün yönleriyle önümüze koyan ilahî bir fermandır. Bu noktadan hareketle ifade edelim ki, yaşadığımız dünyayı ve insan için asıl yurt olan ahireti anlamlandırmada en önemli kazanım, sahip olduğumuz imanımızdır.

Zira insanın kendisini, dış dünyayı ve son tahlilde Yaratıcıyı mutlak manada tanımasıyla tahkiki boyuta taşınan bir inanış, onu istikamet üzere kılıp ebedî mutluluğa ulaştıracak yegâne hazinedir.

Nitekim hayat kaynağımız Kur’an-ı Kerim’deki; “‘Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır.’ Deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de. Onlar cennetliklerdir. Yapmakta olduklarına karşılık, orada sürekli kalacaklardır.” (Ahkâf,46/13-14.) ayeti, hem bu hakikati hem de büyük bir müjdeyi aynı anda beyan etmektedir. Diğer taraftan biz Müslümanlara, hayata dair her konuda rehberlik eden sevgili Peygamberimiz, kulluk ve güzel ahlak üzere bir yaşayışı; “Allah’a iman ettim de ve dosdoğru ol!” (Müslim, İman, 38.) sözüyle özetleyerek, dünya ve ahiret saadetinin biricik reçetesi olan İslam dinini, iman-istikamet ilişkisi bağlamında ana hatlarıyla bizlere tanıtmıştır. Böylelikle Allah Resulü, bütün niyet ve eylemlerin merkezi olan kalbe ve onun dış dünyaya dair en önemli yansıması olan istikamete yaptığı vurguyla, dinimizin en doğru şekilde anlaşılıp yaşanmasındaki iki mühim esasa dikkat çekmiştir.

Öte yandan, “Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz.” prensibinden hareketle, kişinin kulluk ve ahlak yolculuğunda savrulmalar yaşamaması için imanın tahkiki boyuta taşınması büyük önem arz etmektedir.

Bu noktada, imanın en önemli ilkesi olan tevhidi önceleyip ona halel getirecek her türlü yaklaşımdan uzak durmak, sözü edilen istikametin nirengi noktasını oluşturmaktadır.

İstikametin tahkim edilmesindeki imandan sonraki en önemli boyut, bizleri Rabbimize yaklaştıran ibadetler ve onun pratik neticesi olarak ifade edebileceğimiz iyilik ve doğruluk merkezli güzel ahlaktır.

Kişinin en hayati organı olan kalbi besleyen ana damarlar mesabesindeki bu iki değer, istikamet yolu üzerindeki tehlikeleri bertaraf ederek huzurlu bir gidişatın güvenilir yön işaretlerini bizlere sunmaktadır.

Bu açıdan, kulluğun en özel boyutu olan ibadet ve onun bariz tezahürü güzel ahlak olmaksızın zihin ve gönül istikametinden bahsetmek mümkün değildir.

Çünkü bizler inananlar olarak nasıl ibadetlerle Allah’a gereği gibi kul olma yolunda bir irade ve gayret ortaya koyuyorsak, güzel ahlakla da dış dünyamızdaki can taşıyan her varlığa aynı bilinç ve hassasiyetle yaklaşmaktayız.

Bu yaklaşım, aynı zamanda istikametin hassas niteliklerinden birinin denge olduğunu da açıkça ortaya koymaktadır.

Zira hayat rehberimiz Kur’an’ın dünya ve ahiret dengesi adına beyan ettiği fermanlara bakıldığında, insana yeryüzü serüveninde istikamet çizen, aşırılıklardan uzak makul bir mizanın varlığı açıkça görülmektedir.

Bu husus varlık alanı bulamadığında ise dinin ve aklın belirlediği ölçülerin dışına çıkıldığı ve hedeflenen isabet alanından uzaklaşılarak hataya düşüldüğü müşahede edilmektedir.

Bu itibarla, iyilik ve doğruluk yolunda yaşadığımız bir hayatın ahiretimizi mamur etmesi temennisiyle, bizleri sırat-ı müstakim çizgisi üzerinde sabit kılmasını ve kulluk yolculuğumuzda her daim rahmet ve inayetini bizlerden esirgememesini Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.