“İyilik et, suya at; balık bilmezse Hâlık bilir.” sözünden anlamamız gerekenler nelerdir? Yapılan iyiliklere, yardım, hayır-hasenat ve infaklara hangi gözle nasıl bakılmalıdır?
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
İyiliği et, suya at, bilmezse ger[1] balık anı,
Bilir ey dil,[2] âlim ü dânâ[3] olan Hâlık anı…
Hüdâyî Hazretleri bu beytinde; “İyilik et, suya at; balık bilmezse Hâlık bilir.” atasözünü şiirle ifade etmiştir.
İyilik, yardım, hayır-hasenat ve infakları; fânîlerden takdir ve iltifat bekleyerek değil, Cenâb-ı Hakkʼın rızâ ve muhabbetine nâil olmayı dileyerek yapmak îcâb eder. Bunun için müʼmin, yaptığı iyilikleri mümkün mertebe fânîlerin nazarlarından gizlemelidir.
Bir hadîs-i şerîfte; hiçbir gölgenin bulunmayacağı kıyâmet günü, Allah Teâlâʼnın Arş-ı Âlâ gölgesinde barındıracağı yedi sınıf insandan birinin; “sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar gizli sadaka veren” kimseler olacağı bildirilmektedir.[4]
Gizlice verilen bir sadaka, onu alan kimsenin minnet altında kalarak rencide olma ihtimâlini de bertaraf edeceği için, daha fazîletlidir. Hak dostları da, bu edebe titizlikle riâyet etmişlerdir. Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
İslâm tarihinin ilk yıllarında, Medîne-i Münevvere’de bazı fakirlerin kapılarına meçhul bir kimse her sabah bir çuval erzak bırakmaktaydı. Bir sabah o fakirler uyandıklarında baktılar ki, kapılarına erzak konulmamış. Sebebini merak ederlerken, o esnâda içli bir salâ sesi duyuldu. Medîne-i Münevvere, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın torunu Zeynelâbidîn Hazretleri’nin vefat haberiyle çalkalandı. Herkes derin bir hüzne büründü.
O mübârek zâta karşı son vazifeler îtinâ ile yapılırken, Hazretʼin naaşını yıkayan kişi, mevtânın sırtında, içi su toplamış büyükçe yaralar gördü. Şaşkınlık ve merakla sebebini sorduğunda, bu sırra vâkıf olan bir yakını, şunları söyledi:
“–Zeynelâbidîn Hazretleri her sabah hazırladığı erzak çuvallarını sırtında taşıyarak erkenden fakirlerin kapısına götürür ve kimseye görünmeden geri dönerdi. Halk da bu çuvalları kimin bıraktığını bilmezdi. Sırtında gördükleriniz, o çuvalları taşımaktan ötürü oluşmuş yaralardır.”[5]
İşte Zeynelâbidîn Hazretleri gibi, hayır-hasenat ve sâlih amellerine dünyevî ve nefsânî gâyelerin gölgesini dahî düşürmemeye gayret gösteren asil ruhlara ne mutlu!..
Ecdâdımız Osmanlı da bu nezâket, zarâfet ve ruh asâletinin nice misallerini sergilemişlerdir.
Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul şühedâsının âilelerine, onların izzet ve haysiyetlerini koruma hassâsiyetiyle, akşamın loş karanlığında ve kapalı kaplar içinde yemek göndermiştir.
Pâdişâhı böyle bir edep sergileyen Osmanlı toplumunun mümtaz fertleri de, sadakalarını bir zarf içinde “sadaka taşları”na bırakırlardı. Muhtaçlar da vereni görmeden, oradan yalnızca ihtiyaçları kadarını alır, gerisini bir başka muhtaç din kardeşine bırakırlardı.