Kıyametin büyük alametleri nelerdir? Kıyametin büyük alametleri gerçekleşti mi? Maddeler halinde kıyametin büyük alametleri.
Peygamber Efendimizin haber verdiği 10 büyük kıyamet alameti.
10 BÜYÜK KIYAMET ALAMETİ
Bir gün ashâb-ı kirâmdan bazıları, kendi aralarında bir konuyu müzâkere ediyorlardı. Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hangi hususu müzâkere ettiklerini sordu. Onlar da; “kıyâmet mevzuunu” dediler. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:
“On alâmet çıkmadıkça kıyâmet kopmayacaktır:
1. Duhân (duman),
2. Deccâl,
3. Dâbbetü’l-Arz,
4. Güneş’in battığı yerden doğması,
5. Îsâ bin Meryem’in inişi,
6. Ye’cûc ve Me’cûc,
7. Doğuda,
8. Batıda ve
9. Arap yarımadasında yer batması,
10. Yemen’den başlayıp insanları haşrolacakları yere sürecek bir ateşin çıkması.” (Müslim, Fiten, 39-40; Ebû Dâvûd, Melâhim, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 28)
İslâm âlimleri, bu hâdiseleri kıyâmetin büyük alâmetleri olarak kabul etmişlerdir. Bu hadîs-i şerîfte, kıyâmetin on büyük alâmeti bir arada zikredilmekle beraber, bu alâmetlerden her biri ile ilgili çeşitli hadîs-i şerîfler de bulunmaktadır.
Kıyâmetle alâkalı bilgiler “gayb” sahasına girer. Gayb hakkındaki bilgiler de ancak Allah Teâlâ’nın veya Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in haber verdiği kadarıyla öğrenilebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de gayb mevzuuna, ehemmiyetine binâen 60 yerde temas edilmektedir. Bu âyetlerde gaybı sadece Allah Teâlâ’nın bileceği anlatılmaktadır. Bunun bir tek istisnâsı vardır. O da yine Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle belirtilmektedir:
“Allah Teâlâ bütün görülmeyenleri bilir. Sırlarından kimseyi haberdâr etmez. Ancak bildirmeyi dilediği Peygamber müstesnâ…” (el-Cin, 26-27)
İşte kıyâmet, âhiret, Cennet, Cehennem ve daha başka şeyler hakkındaki bilgiler, Cenâb-ı Hak tarafından Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bildirilmiş, O da bunlardan pek çok hususu ümmetine haber vermiştir. Şüphesiz Efendimiz’in ümmetine bildirdikleri, ancak Allah Teâlâ’nın bildirilmesini murâd ettikleridir. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cenâb-ı Hakk’ın bildirmesiyle, beşerî idrak sınırlarını aşan ve ancak nûr-i nübüvvetle kavranabilen hakîkatlere de vâkıf olmuştur. Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebliğine memur olduğu hakîkatlerin dışında kendisine husûsî olarak bildirilen bu bilgileri ümmetine nakletmemiştir. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ben sizin görmediğinizi görürüm ve sizin işitmediğinizi işitirim. Semâ çatırdamaktadır. Onun çatırdaması da hakkıdır. Zira dört parmaklık bir boşluk yoktur ki, orada muhakkak alnını Allah için secdeye koymuş bir melek olmasın. Vallâhi siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Zevcelerinizle meşgul olamaz, yollara dökülür, yüksek sesle Allah’tan yardım isterdiniz...” (Tirmizî, Zühd, 9/2312; İbn-i Mâce, Zühd, 19)
Yeri gelmişken şunu da ifâde edelim ki; ölüm, kabir, kıyâmet ve âhiretle alâkalı olarak aklın muayyen hudutlarını aşan bilgilerin insanoğluna verilmemiş olması; beşerî hayat nizâmının bozulmaması hikmetine binâen, Cenâb-ı Hakk’ın ayrı bir rahmet tecellîsidir. Zira insanoğluna idrâkini aşan bilgiler de verilmiş olsaydı, o buna tahammül edemeyip cinnete sürüklenir, bu da hayatı yaşanmaz kılardı. Hâlbuki insana verilen ölüm ve ötesine dâir ilâhî ve nebevî bilgiler, hayatın nizâmını bozmak için değil, bilâkis hayatı nizâma sokmak içindir.
Buna rağmen, “zalûm ve cehûl” olan insanoğlu çoğu zaman, kendisine lâzım olan hakîkatlerin peşine düşmek yerine, öğrendiğinde kendisine zarar verecek şeyleri merak edip bilmek ister. Hâlbuki bazı hususları bilmemesi, ona ilâhî bir lûtuf ve rahmettir.
Meselâ bir insan, bir yıl sonra öleceğini öğrenseydi, aklî ve rûhî dengesi alt üst olur, hayatın tadı tuzu kalmaz, âdeta bir yerine bin defa ölüp ölüp dirilirdi. Hâlbuki üç gün sonra öleceğinden habersiz yaşayan bir insan, daha huzurlu, sakin ve mutludur.
İnsanı bekleyen, ölüm, kabir, diriliş, hesap ve Sırat gibi dehşetli yolculuk ve âkıbetin meçhul oluşu, büyük bir heyecan ve endişe sebebidir. İnsan bütün kalbiyle dâimâ bunun tefekkürü içinde kalsa; yiyemez, içemez, ağlamaktan ve yalvarmaktan hayatiyetini sürdüremez hâle düşerdi.
Ancak Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti olarak, bir nebze gaflet ve nisyân ile hayatımıza devam edebiliyoruz. Demek ki belli ölçüde bir gaflet, beşerî hayatın nizâmı için gerekli bir nîmettir. Yanlış olan; bu gafletin hadd-i lâyığını aşmasıdır. Yani ölümden habersiz, sorgu-suâle bîgâne, hesâba-azâba lâkayd, âdeta âhiretsiz bir dünya hayatı yaşamaktır ki, bunun neticesi de ebedî bir felâket ve hüsrandır.
BÜYÜK KIYAMET ALAMETLERİ
Bunun için dînimiz, dâimâ “havf ve recâ”, yani Cenâb-ı Hakk’ın gazabına uğrama korkusuyla O’nun rahmetine nâil olma ümîdinin sağladığı bir gönül dengesi içinde kulluğumuzu yerine getirmemizi tâlim ve telkin etmektedir.
1. Duhân
Kıyâmetin on büyük alâmetinden biri olan “Duhân”, duman demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu isimde bir sûre de vardır. Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kıyâmet alâmeti olarak bahsettiği duman ile bu sûrede zikredilen dumanın aynı şey olup olmadığı hususunda ihtilâf edilmiştir. O sûrede Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Şimdi sen, göğün, açık bir duman çıkaracağı günü gözetle. Duman insanları bürüyecektir. Bu, elem verici bir azaptır. (İşte o zaman insanlar:) «Rabbimiz! Bizden azâbı kaldır. Doğrusu biz artık inanıyoruz.» (derler). Nerede onlarda öğüt almak? Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir Elçi gelmişti.” (ed-Duhân, 10-13)
Bu âyetle ilgili iki farklı görüş vardır:
Birinci görüş:
Abdullah bin Mes’ût -radıyallâhu anh- ve çoğunluğun anlayışına göre Mekkeli müşriklerin Müslümanlara yönelik eziyetlerini artırdığını gören Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, onların kıtlıkla cezalandırılması için Allâh’a duâ etmiş, Allah Teâlâ da duâsını kabul etmişti. Böylece Mekke halkı büyük bir kıtlığa dûçâr oldu. Bu kıtlıkta leş ve kemik yemek zorunda kalan ve açlıktan gözlerinde fer kalmayan Mekkeli müşrikler, etrafı duman kaplamış gibi görüyorlardı. Bunun üzerine Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e müracaat ederek bu felâketin kaldırılması için Allâh’a duâ etmesini istemişler, kıtlık sona erdiği takdirde îmân edeceklerine dair söz vermişlerdi.
Fakat o bedbaht müşrikler, Rasûlullâh’ın duâsı üzerine sıkıntıları hafifleyince tekrar Müslümanlara hakaret ve eziyete başladılar. Abdullah bin Mes’ûd’a göre, Duhân Sûresi’nde geçen dumandan maksat, o zaman müşriklerin açlıktan etrafı dumanlı görmeleridir.
İbn-i Mes’ût -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
Kureyş Kavmi İslâm’a girmekte ağır davranmıştı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onların aleyhine duâ ettiler de onları bir kıtlık yakaladı. Öyle ki o yıl helâk oldular, leş yediler, kemik kemirdiler. Ebû Süfyân, Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzûr-i âlîlerine geldi ve:
“–Ey Muhammed! Sen’in getirdiklerin arasında sıla-i rahim (akrabayla ilgilenmek) de var. Hâlbuki Sen’in kavmin helâk olmuş vaziyettedir. Artık Allâh’a duâ et!” dedi.
Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz veya İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-:
“O hâlde semânın apâşikar bir duman getireceği günü gözetle!”[1] âyetini okudu.
Sonra Kureyşliler tekrar kâfirliklerine döndüler. Bu dönüşlerinin cezası da Allah Teâlâ’nın şu buyruğunda ifâde edilmektedir:
“Fakat Biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, kesinlikle intikâmımızı alırız.” (ed-Duhân, 16)
Bu intikam, Bedir günü olmuştur.
Râvîlerden biri olan Mansûr, şunu ilâve etmiştir:
“Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâ ettiler de onlara yağmur ihsân olundu. Yedi gün yedi gece bol miktarda yağmura nâil oldular. Bu kez insanlar yağmurun çokluğundan şikâyet ettiler.