Müslümanın hayatında istiğnanın yeri ve önemi nedir? Bunu en güzel şekilde anlatan sahabe efendilerimizin hayatından kısa ibretlik sahneler...

Mekkeli muhâcirlerden Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- anlatır:"Biz her şeyimizi Mekke'de bırakıp Medîne'ye hicret ettiğimiz sıralarda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, benimle Ensar'dan Sa‘d bin Rebî arasında kardeşlik kurmuştu. Bunun üzerine, Sa‘d bin Rebî:"-Ben, mal bakımından Ensâr'ın en zenginiyim. Malımın yarısını sana ayırdım. İşte malım, buyur." dedi.


Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- ise bütün bunlardan müstağnî bir tavırla ona:"-Allâh malını ve imkânlarını sana hayırlı ve mübârek eylesin kardeşim. Benim bunlara ihtiyâcım yok. Sen bana çarşının yolunu gösteriver, kâfî_" dedi.


Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- çarşıya gidip ticârete başladı. Çok geçmeden epeyce bir kazanç sağladı ve ağniyâ-yı şâkirîn (şükreden zenginler) zümresine dâhil oldu.
Aradan yıllar geçti ve mü'minler İslâm'ın güçlü ve ihtişâmlı devrini idrâk ettiler. Birgün iftar vaktinde Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-'ın önüne, oğlu birkaç çeşit yemek koyduğunda, o bundan mahzûn olarak:
"-Mus‘ab bin Umeyr şehîd olduğu zaman, cesedini örtecek bir kefen bulunamadı. Üzerine sarılan kefen kısa geldi; başı örtülse ayağı, ayağı örtülse başı açık kalıyordu. Sonunda kefenini başına doğru çektik ve ayaklarını da güzel kokulu bir ot ile örttük! Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh- şehîd olduğunda da, üzerini ihtiyar kadınların giydiği eski bir hırka ile örtmüşlerdi.


Bana ise, Cenâb-ı Hak dünyâda bu kadar çok nîmet bahşediyor. Acabâ ukbâda tenkîs mi edecek?! Acabâ âhıretteki hakkımı bu dünyâda mı tüketiyorum? Yarın Allâh'ın huzûrunda bu nîmetlerin hesâbını nasıl vereceğim?!" dedi ve yaşlı gözlerle sofrayı terk etti.

ZÜHD VE İSTİĞNA

İşte İslâm büyüklerinin, Hak yolunda kalben sergiledikleri üstün bir kulluk ve dünyâya karşı alâkalarını aksettiren ne güzel bir zühd ve istiğnâ hâli. Zîrâ onların âleminde zühd, Allâh sevgi ve korkusu ile O'ndan başka her şeyin kalbde değerini yitirmesi, gönülde bir kıymet ifâde etmemesi; istiğnâ da, zühdün üst seviyesi olarak kalben yaşanmaktaydı.
Buna göre istiğnâ, ham hüviyetten kurtulup kemâle eren sâlih ve sâdıkların sahip oldukları kalbî bir vasıftır. Gönül zenginliği ile eldekine kanaat ederek, daha fazlasına ve başkasının elindekine tenezzül etmemektir. Yine istiğnâ:
"Kanaat, bitmez-tükenmez hazînedir."
hadîs-i şerîfi mûcibince, kalbin Hak Teâlâ ile yakınlık netîcesinde mânen zenginleşerek huzura ermesidir. Zîrâ kanaatle zenginleşen bir kalb, dünyevî endişe ve korkulardan selâmet bulur. Rûh, sonsuzluğu idrâk eder ve böylece mü'minde fânî hazların câzibesi, ömrünü tüketir.
Bu hâli en güzel bir kemâlât ile yaşayarak kalben zirveleşen Hak dostlarının hayatları istiğnâ misâlleriyle doludur:
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın halîfeliği zamanında Sûriye, Filistin, Mısır gibi beldeler fethedildi ve İran toprakları baştanbaşa İslâm devletinin sınırlarına dâhil oldu. Bizans ve İran'ın zengin hazîneleri İslâm dünyâsının merkezi olan Medîne-i Münevvere'ye akmaya başladı. Mü'minlerin refah seviyesi ziyâdeleşti. Fakat mü'minlerin halîfesi Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bu refah seviyesine karşı müstağnî kalmış bir gönül zirvesinde devletin ihtişâmına, beytü'l-mâlin zenginliğine rağmen, yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Bâzen borçlanıyor, sıkıntı içinde hayâtını idâme ettiriyordu. Çünkü o, hazîneden ancak kifâyet miktarı bir tahsisat almayı tercih ediyor ve bununla da zor geçiniyordu.
Ashâbın ileri gelenleri onun bu hâline daha fazla dayanamadılar. Halîfenin nafakasını artırmayı düşündüler. Fakat bunu teklif etmekten çekindikleri için Hazret-i Ömer'in kızı ve aynı zamanda Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in zevcesi Hazret-i Hafsa -radıyallâhu anhâ-'ya başvurdular. İsimlerini vermeyerek babasına bu teklifi arz etmesini istediler. Hafsa -radıyallâhu anhâ-, ashâbın bu teklifini babasına açtı. Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in gün boyu açlık çekip de karnını doyuracak bir tek hurma bile bulamadığı günlere şahid olmuş olan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-,1 kızı Hafsa'ya:
"-Kızım! Rasûlullâh'ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?" diye sordu.
"-Kifayet miktarı (ancak yetecek derecede) idi." cevâbını alınca, Hazret-i Ömer sözüne şöyle devâm etti:
"-İki dost (Hazret-i Peygamberle Ebû Bekir) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Ebû Bekir) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?" dedi.2
Şüphesiz ki Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın bu tavrı, yüksek bir kalbî duyuşun eseridir. Hak ve hukûku bilfiil yaşayarak âleme adâlet tevzî eden Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın sayısız fazîlet menkıbeleri, mânevî eğitimde örnek alınacak en güzîde nümûnelerdendir.
Gerçekten insanlar, sanatkârlar ve dâhîleri takdîr ederler. Lâkin onların şahsî davranışlarını taklîde yönelmezler. Taklîd edilenler, sağlam karakterli, vakarlı ve müstağnî şahsiyetlerdir. Ancak böyle kimselerin yüksek ve zirve kişilikleri hayatlarından sonra da ümmete bir ibret sergisi ve fazîlet tâlimi olarak nakledilir.

KENDİNE YETECEK BİR RIZK İLE YETİNEN KİŞİYE NE MUTLU

Allâh Rasûlü'nün şahsiyetine hayrân olup O'nun izinden giden ashâb;
"İslâm'a iletilip kendine yetecek bir rızk ile yetinen kişiye ne mutlu." (Tirmizî, Zühd, 35) buyuran Varlık Nûru'nun dünyâya bakış tarzını kendi hayatlarına hâkim kılmadıkça bu ulvî kâfileye yetişilemeyeceğinin idrâki içindeydiler. Onlar, nebevî terbiye ile eğitim gördüklerinden, ümmete fazîlet ölçüleri sergileyen rehber insanlar oldular. Kendisi muhtâc olduğu hâlde bir başka muhtâc din kardeşini gördüğünde nefsinden ferâgat ederek mü'min kardeşini nîmete daha lâyık görebilme ve imkânını ona devredebilme fazîletini insanlığa yine onlar tâlim ettiler.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz buyurur ki:
"Rasûlullâh'ın evinde asla doyuncaya kadar yemezdik. Dilesek doyabilirdik. Fakat (mü'min kardeşlerimizi nefsimize tercih ederek) îsâr ederdik."