Yeryüzündeki tüm varlıklar geçicidir, fanidir bir gün son bulacaktır. Nitekim Yüce Allah “Yeryüzünde bulunanların hepsi fanidir” (Rahman, 26) buyuruyor. Yine “... ondan başka ilah yoktur. Onun zatından başka her şey yok olacaktır....” (Kasas, 88) buyuruyor. Her canlı gibi insan da sınırlı bir ömre sahiptir. Cenâb-ı Allah’ın takdir ettiği ömür sona erdiğinde, her insan Allah’ın izniyle ölümü tadar. “Her nefis ölümü tadacaktır, yaptıklarınızın karşılığı size eksiksiz olarak ancak kıyamet gününde verilecektir.” (Ali imran, 185).

Ölüm: Arapçada “Mevt”, vefat ve helak gibi kelimelerle ifade edilir ve hayatın karşıtı olup sözlükte “hayatın sona ermesi” anlamına gelir. Genellikle ruhun bedenden ayrılması suretiyle kişinin hayat kaynağını yitirmesi şeklinde tanımlanan ölüm ve ölüm sonrası hakkındaki algı, inanç  ve uygulamalar, kültürden kültüre, devirden devire değişiklik arz eder. Daha çok günah ve yargı kavramlarıyla birlikte tasavvur edilmeye çalışılan ölüm fikri ve ölüm korkusu ile Kurtuluş ve ölümsüzlük ümidi dinin ve felsefenin en tartışmalı konularından olmuştur. Ancak ilmin ve bilginin bunca ilerlemesine rağmen ölüme bir çare bulunamamıştır. İnsan ruh bedenden müteşekkildir. Bedeni hareketlendiren ve hayat veren ruhtur. Ruh bedenden ayrılınca beden ölür, çürür, ruh ise Allah’ın murad ettiği bir yere alınır.

İslam inancına göre insan bu dünyaya belli bir süreliğine gelmiştir buna ömür denir. Bu süre bitince ki buna  da ecel denir. Ecel gelince Ruh bedenden ayrılması ile bu hayat son bulur. Yani kişi ölür. Dolayısıyla İnsan bir Yolcudur. Bu yolculuk Anne rahminde başlar, sonra dünyaya gelir, dünyadan da Berzah (kabir hayatı) âlemi denilen âleme oradan da mahşere mahşerden de ebedi hayat olan ahirette Cennet veya cehennemle son bulur. Yukarıda değindiğimiz gibi herkes ölümü tadacaktır hiç kimse kurtulamayacaktır. Eğer ki ölümden kurtulup, dünyada sonsuza kadar yaşamak takdir edilmiş olsaydı hiç şüphesiz buna en layık olan peygamberler olurdu. Oysa ki Âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamber efendimiz (S.A.V.) bile bu dünyadan  görmüştür.

Yüce Allah insanı bu geçici dünyaya imtihan için göndermiş, burada ceza ve mükafat söz konusu değil, ahiret ise ceza ve mükafat yeridir. “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.  O güçlüdür, çok bağışlayandır.” (Mülk Suresi, 2). O halde ölüm yaptıklarımızın; iyi olsun, kötü olsun karşılığını almak için bir adres değişikliğidir, bir yerden başka bir yere intikaldir. Ölüme hazırlıklı olan kimse için ölüm korkulacak şey değil aslında. Çünkü ölüm yok olmak değil, ölüm kül olup gitmek değil, Bedîuzzaman Said Nursi’nin dediği gibi ölüm yokluk değil, inîdam değil, inkırad değil, ölüm dar-i faniden dar-i bâkiye bir sevkiyattır. (Mektubat, 20. Mektup, 1. Makam).

Ölüm dünyanın dert, sıkıntı ve meşakketlerinden kurtulmadır, ölüm ebedi istirahatgah olan cennete açılan bir kapıdır. Ölüm ahirete intikal etmiş bütün sevdiklerimize, dost ve akrabalarımıza, Salih ve evliyalara, sadat  ve meşayihlere, sahabe-i kiram ve şehidlere,  enbiya ve peygamberlere kavuşturan bir hakikâttır ve daha ötesi ölüm rıza-i ilahiye ve Cemalullah’a ulaşmaktır ve ölüm bu dünyada yaptığımız iyiliklerin mükafatını Allah’tan kat kat fazlasıyla almaya bir vasıtadır. O halde ölümden korkmak yerine ölüme  hazırlık yapmak daha akıllıca olur. Ne güzel demiş şair:

Allah’tan korkana, ölüm Yar gelir,

Ölümden korkana dünya dar gelir,

Ölmeden ölene ölüm bir şölen,

Ölümü öldürür ölmeden ölen.

Evet ölümde, önce ölümü sürekli akılda tutarak yaşamalı, hal hareketlerimize dikkat etmeli, ibadetlerimizi Allah’ın istediği usul ve esaslara uygun bir şekilde eda etmeli, haramlar, yasaklardan, haddi aşmaktan ve kötü ahlaktan uzak durmalıyız. Her geçen günün ömrümüzden geçtiğini ve bir gün daha ölme yaklaştığımızı bilmeliyiz geç kalmadan toplumsal insani ve dini sorumluluklarımızı yerine getirmek suretiyle ölüme hazırlanmalıyız. Bu konuda Şair yine bizi şöyle uyarıyor:

İlle de bir tokat mı yemelisin ensene,

Ölüm Sana gelmeden Sen kendine gelsene.

Evet etrafımızda olup bitenden ders ve ibret almalıyız. Kendi ellerimizle taşıdığımız tabutlar, o daracık sandıklar, lisan-i  halleri ile çok şey haykırmaktadır aslında. İşte kabına sığmayan, hiç ölmeyecekmiş gibi bir hayat süren, mal ve mülk sevdasına kapılıp, ölümü kendine hiç yakıştırmayan o adam, her şeyini geride bırakmış bir kefen bezine bürünmüş, o daracık mekana sıkışmış gidiyor. Sevenlerinin omuzlarında yol alıyor olması, biraz sonra varacağı yerde, mezarda karşılaşacağı durumlar için bir gösterge değil. İbretle bakan gözler bu durumda neler görmez ki: Tabutun içinde olmakla dışında olmak arasında ne kadar mesafe var? çoğu insan gibi o da ölümü kendine yakıştıramıyordu. Daha dün bizimle idi. Konuşuyor, gülüyor, geziyor, çalışıyordu. Şu anda ebedi yolculuğa çıktı. Şu anda onun yerinde benim olmamam için elimde hangi  güç  var? Tek şansım halen hayatta olmam Bu da bana bir silkelenme hayata ve ölüme aynı pencereden bakarak tedbir alma fırsatı tanıyor.

“Her can ölümü tadacaktır sonra bize döndürüleceksiniz” (Ânkebüt, 57). Dünya iki kapılı bir handır, birinden girer diğerinden çıkarız. Yine dünya istirahat amacıyla bir ağacın altında kısa süre bekledikten sonra yola devam eden yolcunun haline benzer.

İbn Hazm adındaki zat “neden ahirete gitmekten çekiniyoruz” sorusuna, “dünyayı imar, ahireti de viran ettiğimizdendir; kimse imar edilenden viran edilene gitmek istemez.” cevabını verir.

Bir İslam mütefekkiri mezarına şunu yazdırır: Ey beni ziyaret eden kardeşim! Benim için sakın ‘öldü’ demeyin, ben dirildim ‘kabre girdi.’ deme kabirden kurtuldum; ‘ayrıldı’ deme, ayrılıktan kurtuldum, kavuştum, gerçek dostlarla bir araya geldim; ‘faniye gitti’ deme, fani alemden kurtulup bâki olan aleme gittim.

Rabbim, dünyadan imanla ve ölüme hazır bir şekilde ayrılmayı cümlemize nasip etsin inşallah. (Amin)