Göremezlerdi elbette! Çünkü onların kalplerinin körlüğü gözlerini âmâ etmişti. Aralarından geçen ise, Fahr-i Kâinât, Âlemlerin Efendisi, Varlık Nûru idi. Tabiî ki, kör kalplerin ve gözlerin Nûr’u görmesine imkân yoktu. Nitekim görmediler de!..
Bir kimse müşriklerin yanına gelip onlara:
“−Siz burada neyi bekliyorsunuz?” diye sordu.
Onlar:
“−Muhammed’i bekliyoruz!” dediler.
Bunun üzerine o şahıs:
“–Allâh sizi umduğunuza erdirmesin! Vallâhi Muhammed çıkmış ve başınıza toprak saçıp gitmiş!” dedi.
Müşrikler ellerini başlarının üzerine sürdüklerinde, toprak içinde kaldıklarını gördüler. Hemen içeriye baktılar. Peygamber Efendimiz’in döşeğinde birisinin uyumakta olduğunu gördüler:
“−İşte Muhammed! Örtüsüne bürünmüş uyuyor!” dediler.
Hemen yatağa doğru yürüdüler. Yataktaki zât doğrulup onlara bakınca müşrikler şaşkınlıktan donakaldılar, gözlerine inanamadılar! Zîrâ karşılarındaki Allâh’ın Resûlü değil, Hz. Ali idi!
Kendi kendilerine:
“−Vallâhi, adamın bize söylediği doğru imiş!” dediler.
Kureyş müşrikleri, Hz. Ali’ye öfkeyle:
“−Amcanın oğlu nerede ey Ali!?” diye bağırdılar.
Hz. Ali:
“−Bilmiyorum, bu hususta bir fikrim yok! Hem O’nun üzerinde gözcü de değilim! Siz O’na Mekke’den çıkıp gitmesini söylediniz! «Bizden ayrıl, git!» dediniz. O da çıkıp gitti.” dedi.
Bunun üzerine müşrikler Hz. Ali’yi azarladılar ve tartakladılar; hattâ Mescid-i Harâm’a götürüp bir süre hapsettikten sonra bıraktılar. (İbn-i Hişâm, II, 96; Ahmed, I, 348; Ya’kûbî, II, 39)
Kalpleri kilitli ve hakîkate âmâ olan bedbahtlar, hâne-i saâdetin etrâfında çirkin bir niyetle beklerlerken, Allâh Resûlü, ilâhî emniyet içinde, çoktan Hz. Ebûbekir’in evine varmıştı. Çünkü müşriklerin bir plânı vardı, ama Allâh’ın da bir plânı vardı ki, onun dışında geçerli olabilecek hiçbir hüküm yoktu. Bu husûsu Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:
“(Ey Resûlüm!) Kâfirler Sen’i tutup bağlamak veya öldürmek yahud Sen’i (yurdundan) çıkarmak için Sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (Sana) tuzak kurarlarken, Allâh da (onlara) mekir (tuzak) kuruyordu. Çünkü Allâh, mekir (tuzak) kuranların en hayırlısıdır.” (el-Enfâl, 30)
PEYGAMBER EFENDİMİZİN HİCRET ESNASINDA YOL ARKADAŞI KİMDİR?
Evinden çıktıktan sonra Hz. Ebûbekir’in hânesine gelen Allâh Resûlü, o kabûl etmese de, kendisi için hazırlanan devenin parasını verdi. Biraz evvel müşriklerin ortasından onlara görünmeden geçen Allâh Resûlü, ümmete numûne olacağı için bu defâ sünnetullâh îcâbı tedbirli hareket etti. Hz. Ebûbekir’le berâber, evin arka tarafından çıktılar. Develeri birkaç gün daha burada kalacaktı.
Yine ince bir tedbîr olarak Medîne’nin aksi istikâmetine doğru yola revân oldular.
Hz. Ebûbekir, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu. Allâh Resûlü onun bu hareketini fark edince:
“−Ey Ebûbekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.
Hz. Ebûbekir:
“−Yâ Resûlallâh! Sizin hakkınızda endişe ettiğim için böyle yürüyorum!” dedi.
PEYGAMBERİMİZİN HİCRET ESNASINDA SIĞINDIĞI MAĞARAYA NE AD VERİLİR?
Nihâyet Sevr Mağarası’na ulaştılar.
Sıddîk-ı Ekber Hazretleri:
“−Yâ Resûlallâh! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi. Mağaranın içini temizleyip haşerât deliklerini kapattıktan sonra:
“−Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Resûlü!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 222-223)
Bu sırada müşrikler, Ebû Cehl’in başkanlığında Hz. Ebûbekir’in evine gelmişler, kızı Esmâ’ya babasını sormuşlar ve ondan “bilmiyorum” cevâbını alınca, hırs ve hınçlarını, zavallı kızcağızı tokatlayarak çıkarmışlardı.
Sevr Mağarası’nın Bekçileri
Varlık Nûru ve O’nun Yâr-ı Gâr’ı[5] mağarada bir müddet kalacaklardı. Böylece, kendilerini Medîne yollarında arayacak olan müşriklerden daha rahat korunabileceklerdi. Zâten Allâh’ın lutf u inâyeti onların üzerindeydi ve kul tedbîrinin tükendiği yerde ilâhî nusret devreye giriyordu. Nitekim birtakım müşrikler, izleri tâkib ederek, Sevr Mağarası’nın ağzına kadar gelmişlerdi. Ancak baktılar ki, mağaranın ağzı hiç el değmemiş gibi örümcek ağları ile kaplı idi ve ayrıca bir güvercin yuvası vardı. Allâh Teâlâ’nın emriyle mağaranın önünde Peygamber Efendimiz’in yüzünü örtüp göstermeyecek biçimde bir ağaç yetişti![6]
Müşrikler, Âlemlerin Efendisi’nin burada olabileceğine ihtimal vermeyerek geri döndüler.
Bu iki azîz yolcunun müşterek yardımcısı, dayanağı, sığınağı ve barınağı, Hak Teâlâ idi. Bunun için mağaranın önüne gelen bedbahtlar, bir güvercin yuvası ile örümcek ağından başka bir şey görememişlerdi.
Ancak bütün bunlar olurken, mağaranın içinde Hz. Ebûbekir nâzik anlar yaşamıştı. Korkmuştu; kendisi için değil, Allâh Resûlü Efendimiz için...
Zîrâ müşrikler azıcık eğilip baksalar, onları hemen görebileceklerdi. Onlar mağaranın sağını solunu dolaşıyor ve:
“–Eğer mağaraya girmiş olsalardı, güvercinlerin yumurtası kırılır, örümcek ağı da bozulurdu” diyorlardı.
Bâzıları:
“−Mağaranın içine girip bakalım!” dedikleri zaman, Ümeyye bin Halef:
“−Sizin hiç aklınız yok mu? Mağarada ne işiniz var?! Üzerinde üst üste, kat kat örümcek ağı bulunan şu mağaraya mı gireceksiniz?! Vallâhi kanaatime göre şu örümcek ağı, Muhammed doğmadan öncesine âittir!” dedi.
Ebû Cehil ise:
“−Vallâhi, öyle zannediyorum ki, O yakınımızdadır! Fakat sihri ile gözlerimizi bağladı, görmez etti!” dedi.[7]
Bu esnâda endişeye kapılan Hz. Ebûbekir Sıddîk, Resûlullâh’a hitâben:
“–Ben öldürülürsem, nihâyet bir tek kişiyim, ölür giderim. Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helâk olur.” diyordu.
Peygamberimiz ayakta namaz kılıyor, Hz. Ebûbekir de gözcülük yapıyordu. Efendimiz’e:
“–Şu kavmin Sen’i arayıp duruyorlar. Vallâhi ben kendim için endişelenmiyorum. Fakat sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Yâr-ı Gâr’ına:
“–Ey Ebûbekir, korkma! Hiç şüphesiz Allâh bizimledir!” buyurdu. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223-224; Diyarbekrî, I, 328-329)
Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâdise şöyle anlatılmaktadır:
“O’na (Muhammed’e) yardım etmezseniz, bilin ki inkâr edenler, O’nu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allâh O’na yardım etmişti. Arkadaşına «Üzülme, Allâh bizimle berâberdir!» diyordu; Allâh da O’na sekînetini indirmiş, görmediğiniz askerlerle O’nu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allâh’ın sözü ise, işte en yüksek olan odur. Allâh Azîz’dir, Hakîm’dir.” (et-Tevbe, 40)