Ümmü Süleym (r.anha), ihlaslı ve veciz olarak konuşuyordu. Her sözü Ebû Talha’nın yüreğinde iz bırakıyor, kalbinde yerleşen batıl inançları siliyordu. Bu sözler karşısında söyleyecek bir şey bulamadı. Oradan ayrılmak zorunda kaldı. Ümmü Süleym (r.anha), bir insana iman hakikatlerini benimsetmenin zorluğunu biliyordu. Fakat azim ve gayretiyle, hak bildiği yolda sebat ederek bu zorluğun üstesinden gelebileceğine inanıyordu.

Ebû Talha birkaç gün sonra tekrar geldi, teklifini tekrarladı. İstediği kadar pa­ra vereceğini söyledi. Ancak Ümmü Süleym (r.anha), ne kadar zengin olursa ol­sun, müşrik birisiyle evlenmek istemiyordu. Müslüman olmadıkça teklifini ka­bul etmemekte ısrarlıydı. Onun Müslüman olması için her türlü imkân ve fırsatı değerlendirmek istiyor, en tabii hakkından fedakârlık yapıyordu. Cenâb-ı Hakk’ın, erkeğin evleneceği kadına ver­mesi gereken bir hak olarak helal kıldığı mehir parasından dahi vazgeçiyordu. Onun bir tek gayesi vardı: Ebû Talha’nın imanını kurtarmak… Ebû Talha’ya, şayet Müslüman olursa bunu mehir olarak kabul edeceğini, ayrıca mehir istemeyeceğini söyledi. Şöyle dedi:

“Ey Ebû Talha! Ben senden para değil, Müslüman olmanı istiyorum. Sen ilah diye taptığın putu ateşe tutacak olsan, onun yanıp kül olacağını bilmez misin? Sen böyle bir şeyin karşısında eğilmekten utanmıyor musun? Eğer Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in Re­sû­lul­lah olduğuna şehadet eder­sen, ben bunu mehir olarak kabul edeceğim, senden ayrıca mehir istemeyece­ğim.”

Bu sözler, Ebû Talha’nın kalbindeki batıl inançların son kalıntılarını da teker teker yıkmaya kâfi geldi. Yüzünde iman alametleri belirmeye başladı. Bu haki­kati kabul etmek hususunda daha fazla ısrarda bulunmanın doğru olmayacağını düşündü. Ümmü Süleym’e (r.anha), “Bana yaptığın teklifi kabul ettim. Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed’in Re­sû­lul­lah olduğuna şehadet ede­rim.” dedi.

Ümmü Süleym böylece sabrının neticesini görüyordu. Cenâb-ı Hak, hâlis ni­yetinin mükâfatını bu güzel neticeyle verdi. Artık Ebû Talha’yı reddetmenin manası yoktu. Teklifini kabul etti ve onunla evlendi. Böylece hem bir insanı küfürden kurtarıyor, hem de yuvasına yeni bir düzen getirmiş oluyordu. Ümmü Süleym vasıtasıyla Müslüman olan Ebû Talha (r.a.) büyük sahabiler arasına girdi. Birçok savaşta vücudunu Peygamberimize siper etti. Servetini Allah ve Resûl’ü uğrunda harcamaktan çekinmedi. Bu sebeple birçok defa Re­sû­lul­lah’ın iltifatına mazhar oldu.

Ümmü Süleym (r.anha), Hz. Ebû Talha’nın ebedî hayatını kurtardığı için çok memnundu. Diğer taraftan Ebû Talha da sevinçliydi. Hem İslamiyet’le müşerref olmuş, gönlü ve kalbi nurla dolmuştu, hem de Ümmü Süleym gibi iman fedaisi bir hayat arkadaşına sahip olmuştu. Birlikte mesut bir ömür geçirdiler.

Hz. Ümmü Süleym, bu hareketiyle kendinden sonraki hanımlara örnek olu­yordu. Müslüman bir kızın veya kadının, zengin de olsa, şöhretli de olsa, redde­dilmeyecek kadar güzel de olsa, inanmayan veya inancını yaşamayan bir erkekle evlenmemeleri gerektiğine dikkat çekiyordu. Ayrıca bir insanın ebedî hayatını kurtarmak için maddi hiçbir fedakârlıktan çekinmemek gerektiğini bizzat yaşa­yarak gösteriyordu.

Ümmü Süleym’in Ebû Talha (r.a.) ile evliliğinden çok az bir zaman geçmişti… Peygamberimiz, Mekke’den Medine’ye teşrif buyurdu. O gün yedisinden yetmi­şine herkes Re­sû­lul­lah’ı karşılamak için sokaklara dökülmüştü. Peygamberimi­zi (a.s.m.) karşıladılar. Onun, evini barkını bırakarak İslam dinini ihya için bu­ralara kadar hicret ettiğini herkes biliyordu. Bu sebeple imkânlarına göre bir şeyler hediye ediyorlardı.

Ümmü Süleym de (r.anha) Re­sû­lul­lah’a bir şeyler hediye etmek istiyordu—hem de herkesinkinden farklı bir şey: Yıllarca koruduğu, hayatına hayatını verdiği, uğrunda bütün sıkıntılara katlandığı biricik oğlu Enes’i… Hz. Ümmü Süleym, oğ­lunun Re­sû­lul­lah’a hizmet etmesini kendine tercih ediyordu. Hem Enes’in Re­sû­lul­lah’ın terbiyesinde yetişmesini arzuluyordu.

Hz. Enes o sırada 10 yaşında bulunuyordu. Elinden tuttu, Peygamberimize götürdü. “Yâ Re­sû­lal­lah! Ensar’ın erkek ve kadınlarından size hediye vermeyen kalmadı. Ben de hediye olarak bu oğlumu size takdim ediyorum! Hizmetinizde bulunsun.” dedi. Ayrıca onun için dua etmesi ricasında bulundu.

Peygamberimiz onun bu hareketinden çok memnun olmuştu. Hz. Enes’i hiz­metine almayı kabul etti ve onun için şöyle duada bulundu:

“Yâ Rab, onun ço­cuklarını ve malını çoğalt ve ona verdiklerini mübarek kıl!”

Hz. Enes bu dua se­bebiyle çok uzun bir hayat yaşadı, çok sayıda mal ve evlada sahip oldu.

Enes (r.a.) o günden Peygamberimizin (a.s.m.) ebedî âleme göç etmesi­ne kadar onun mukaddes hizmetinde bulundu. Re­sû­lul­lah’ın ilim ve feyzinden kana kana istifade etti. Ondan en çok hadis rivayet eden sahabilerden üçüncüsü olma şerefini kazandı. Bugün birçok hadisi bu büyük sahabinin rivayetlerinden öğreniyoruz.

Ümmü Süleym ile Ebû Talha, birlikte mesut bir hayat yaşıyorlardı. Evliliğin üzerinden bir yıl geçtiğinde, bir oğulları dünyaya geldi. İsmini “Üveymir” koydu­lar. Bu yavru, anne ve babasının gönlünü eğlendiriyor, evin içini neşe ve sevin­ce boğuyordu. Peygamberimiz bu aileyi ziyaretine geldiğinde Üveymir’i kuca­ğına alıp seviyor, onunla şakalaşıyordu. Günler böylece akıp gidiyordu.

Fakat bu hayat dolu çocuk bir gün hastalandı. Ebeveyni ne kadar uğraştılarsa da derdine şifa bulamadılar. Çünkü Cenâb-ı Hak bu yavruyu dünya zindanın­dan cennet bahçelerine almak istemişti. Öyleyse çaresini bulmak mümkün de­ğildi. Nitekim birkaç gün sonra da vefat etti. Babası o sırada evde yoktu.

Ebû Talha (r.a.), eve her gelişinde ilk defa Üveymir’i sorardı. Ümmü Süleym bunu biliyordu. Fakat hiç telaşa kapılmadı. Çünkü sakin, telaşsız ve mütevvekkil hâli, telaşına engeldi. Kadere teslimiyeti tamdı. Kaderden gelen her türlü mu­sibete gönül hoşluğuyla razı olurdu. Çocuğun anne ve babasına Cenâb-ı Hakk’ın bir emaneti olduğuna, istediği zaman onu alabileceğine dair inancı sonsuzdu. Ölüye feryad ü figanla ağlamayacağına dair Re­sû­lul­lah’a söz vermişti. Hayatı boyunca bu sözüne sadık kalmaya kararlıydı.

Bu düşüncelerle çocuğu yıkadı, kefenledi, bir kenara bıraktı. Evdekilere de, “Babasına oğlunun öldüğünü ben söylemedikçe hiçbiriniz söylemeyin.” diye tembih etti. Biraz sonra eve gelen Ebû Talha, oğlunun durumunu öğrenmek is­tedi. Ortalıkta göremeyince nerede olduğunu merak etmişti. Ümmü Süleym (r.anha), oğlunun ölüm haberini birdenbire vermek istemiyordu. Kocasının âniden telaşa kapılıp üzülmesine gönlü razı olmazdı. “Biraz rahatlamış olacak; ıstırabı dindi, uyudu.” dedi. Sonra da unutturmak için, daha önce hazırlamış olduğu ye­meği beyinin önüne getirdi. Hz. Talha gerek Üm­mü Süleym’in sözünden, ge­rekse onun telaşsız hâlinden, çocuğun gerçekten iyileştiğini zannetti. Birlikte yemek yediler, sohbet ettiler.

Ümmü Süleym, artık beyine acı haberi vermek istiyordu. Ancak birdenbire, “Oğlun vefat etti!” diyemezdi. Bunun için şöyle bir yol takip etti:

“Ey Ebû Talha! Falanca aileyi gördün mü? Kullanmaları için verdiğim ema­neti geri almaya gittiğimde ağırlarına geldi. Vermek istemediler.” dedi. Hz. Ebû Talha, “Öyle şey olur mu? Hiç de iyi yapmamışlar!” cevabını verdi. Ümmü Sü­leym (r.anha) söylemek istediği şey için kocasını böylece hazırladıktan sonra, asıl meseleye geçti, “Ey Ebû Talha, işte o filancalar sensin. Oğlun da senin yanında Allah’ın bir emanetiydi. Onu geri aldı.” dedi.

Ebû Talha birden şaşırdı. Fakat söyleyecek bir şey de bulamadı. Kadere razı ve teslim olduğunu gösterdi. Çocuğu defnettiler.

Ebû Talha ertesi gün Peygamberimize gitti. Durumu haber verdi. Peygambe­rimiz (a.s.m.) onlar için, “Cenâb-ı Hak bu gecenizi hakkınızda mübarek eyle­sin!” diye duada bulundu.

Üveymir’in vefatından bir yıl sonra bir çocukları daha oldu. Peygamberimize müjde verdiler. Peygamberimiz bu çocuğun ismini “Abdullah” koydu.[1]Abdul­lah’ın dokuz çocuğu dünyaya geldi. Peygamberimizin duasının bereketiyle hepsi de Kur’ân’ı ezberledi, hafız oldu.

Bir insanın en fazla sevdiği şey, hayatıdır. İnsan, hayatını korumak ve muha­faza etmek için gayret gösterir. Fakat Allah ve Re­sû­lul­lah sevgisi öyle bir sırdır ki, gerçek manada iman eden biri, bu sevgi uğrunda hayatını feda etmekten çe­kinmez. İşte, bir kadın olduğu hâlde, Ümmü Süleym de (r.anha) bu sırra erenler­dendi. O, gözü pek bir iman fedaisiydi. İslam davası uğrunda hayatını ortaya koymaktan perva etmezdi.

Uhud Savaşı’ndaydı… “Mücahitlerin bozulduğu ve Re­sû­lul­lah’ın şehit edildiği” haberi Medine’yi hüzne boğmuştu. Sahabi hanımlar, bu haber karşısında neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Tek tesellileri, haberin doğru olmaması temennisiydi. Birkaç kadınla birlikte Ümmü Süleym de cepheye koştu. Önlerine ilk çıkan sahabiden Re­sû­lul­lah’ı sordu. Onun sağ olduğunu haber alınca çok sevindi. Dünyalar bağışlansa bu kadar sevinmezdi.

Bir kadın olarak elbette Ümmü Süleym’in de cephede yapabileceği hizmetler vardı. Nitekim üzerine düşen vazifeyi en güzel şekilde ifa etti. Allah rızası için kanlarını sebil eden mücahitlerin yaralarını sardı, onlara su ikram etti.