- “Sadece benden korkun.” Bakara sûresi (2), 40
Âyetin tamamının anlamı şöyledir: “Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın, bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım ve sadece benden korkun.”
İsrâil, Ya’kûb aleyhisselâm’ın lakabıdır. Allah Teâlâ, Hz.Ya’kûb gibi seçkin bir kuluna nisbet ederek andığı Tevrat ehli yahudilere hitap ederek, kendilerine vermiş olduğu büyük nimeti düşünüp hatırlamalarını emretmektedir. Bu büyük nimet, kitap ve peygamberliktir. Medine’ye hicret eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, onlara İslâm’ı, Kur’ân’ı ve kendisini arzetmiş ve beklenilen peygamberin kendisi olduğunu belirtmişti. Çünkü yahudiler, bir peygamberin geleceğini ve onun son peygamber olacağını biliyorlar ve onu bekliyorlardı. Allah onlara sözlerinde durmalarını hatırlattı ve ahidlerini bozmaktan, fitne ve ahlâksızlıklara sapmaktan kaçınmalarını, sadece Allah’tan korkmalarını emretti. Onlar yine bu emri de yerine getirmediler. Allah’tan korkmayarak sapıklıklarını sürdürdüler.
- “Şüphesiz Rabb’inin yakalayıp tutuşu pek şiddetlidir.” Bürûc sûresi (85), 12
Âyet-i kerîmede, Allah Teâlâ’nın zâlimleri, zorbaları, topluma eziyet ve işkence edenleri, büyüklük taslayanları hesaba çekmesinin ve cezalandırmasının çok şiddetli olacağı hatırlatılmakta ve onların feci sonları haber verilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer tehditleri ihtivâ eden “vaîd âyetleri” dediğimiz âyetler, epeyce bir yer tutar.
- “İşte Rabbin, kasabaların zâlim halkını yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü O’nun yakalaması, çok acı ve çok çetindir. Şüphesiz âhiret azâbından korkanlar için bunda elbette ibret vardır. O gün bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün bütün mahlukatın hazır bulunduğu bir gündür. Biz onu sadece sayılı bir süre için erteliyoruz. O gün geldiği zaman hiç kimse O’nun izni olmadan konuşamaz. Oraya toplananlardan kimi bahtsız; kimi bahtiyardır. Bahtsızlar ateştedirler. Onların orada bir soluk alıp verişleri vardır ki!” Hûd sûresi (11), 102-106
Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de zâlimlikleri ve taşkınlıkları sebebiyle helâk edilen kavimlerden ve onların perişan yurtlarından bahseder. Nûh ve Lût peygamberlerin kavimlerinin âkibeti, Âd, Semûd ve Medyen halkının acıklı sonu, Firavun’un ibret dolu hayatı ve korkunç ölümü bu misaller arasındadır. Âyet-i kerîmelerde, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelen, küfür ve şirkte, zulüm ve azgınlıkta ısrar eden toplumların sonunun önceki milletlerin âkibetinden farklı olmayacağına dikkat çekilir; bunlardan ibret almamız istenir. Peygamber Efendimiz: “Allah Teâlâ, zâlime, zulmünden vazgeçmesi için bir süre tanır. Neticede onu yakaladı mı, artık bırakmaz” buyurmuş, sonra da: “Rabbin kasabaların zalim halkını yakaladığı zaman böyle yakalar” [Hûd sûresi (11), 102] âyetlerini okumuştur (Tirmizî, Tefsîru sûre (11), 12).
Allah’a ve âhiret gününe inanmayarak gününü gün etmeye bakan bazı saygısız insanlar, fertlerin ve toplumların başına gelen büyük felâketleri günah ve isyan ile alâkalı görmeyip, tesâdüflere bağlı tabiat olayları diye değerlendirirler. Allah’a inanan akıl ve iz’ân sahipleri ise, bu olaylarda Allah’ın güç ve kudretini, zâlim ve azgınlara verdiği ibret derslerini görürler. Nitekim daha önceki kavim ve ümmetlerin helâkinden önce onlara gönderilen peygamberler, uğrayacakları kötü âkibeti kendilerine haber vermişlerdi. Bu haberler aynen gerçekleşti. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, Kur’an ve Sünnet’in bu yöndeki uyarılarına iyice kulak vermek gerekir.
- “Allah sizi kendisinin emirlerine karşı gelmekden sakındırır.” Âl-i İmrân sûresi (3), 28
Âyetin tamamının anlamı şöyledir: “Mü’minler inananları bırakıp kâfirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden korunmanız başka. (Şerlerinden korunmak için dost gözükebilirsiniz). Allah sizi kendisinin emirlerine karşı gelmekden sakındırır. Dönüş Allah’adır.”
Allah Teâlâ’nın bizi sakındırdığı, yapmamızı istemediği her şey, hem dünyada hem de âhirette bizim lehimizedir. Mü’minin hayatı, Allah’ın çizdiği sınırlar içinde olmalıdır. Bu sınırları aşan, tehlikeye düşmüş olur. Mü’min bir kişi, din kardeşlerine ve İslâm’a zararı dokunacak, dine aykırı düşecek tarzda kâfirlerle dostluk ve işbirliğine girmez. Ancak mü’minler, bütün insanlara karşı olumlu yaklaşımdan, âdil davranıştan, iyilik yapmaktan men edilmemişlerdir. Hukuka riâyet, sözünde durmak, ciddiyet, insanlık, merhamet ve imanın gereği olan bütün güzel huylar mü’minin ayırıcı özelliğidir. Bir kâfir, mü’mine dünyaları bağışlasa bile, ne imanına, ne de din kardeşlerine en küçük zarar verecek bir şeyi ona kabul ettiremez. Kişilik sahibi mü’min de böyle bir şeyi bilerek yapmaz; ama yanılıp aldanabilir. Hatasının farkına vardığı anda bunlardan kurtulmak için elinden gelen gayreti göstermesi gerekir.
Mü’minlerin sahip olması gereken en önemli niteliklerden biri, Allah korkusunu her şeyin üstünde tutmalarıdır. Bunun göstergesi de, Allah’ın emirlerine karşı gelmekten sakınmalarıdır. Bu âyet bizi bu konuda uyarmaktadır.
- “O gün kişi, kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar. O gün, onlardan her birinin, kendisine yetecek derdi vardır.” Abese sûresi (80), 34-37
Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde kıyamet sahneleri çarpıcı bir üslupla anlatılır. İyilerin ve kötülerin âkibetleri gözler önüne serilir. Âhiret gününe, hesaba ve mîzana inananlar, hem kendilerinin hem de inanmayanların sonlarını âdeta gözleriyle görürler. Bu durum karşısında inananlar hayatlarına çeki düzen verir; Allah’a bağlılıkları, emirlerine uyup yasaklarından kaçınmaları, korku ve sevgileri artar. İnanmayanlar içinde akıl ve idrak sahibi olanlar kendilerine gelir, kurtuluş ve ebedî saadet yolu olan imana ve İslâm’a yönelirler.
Bu âyet-i kerîmelerde, gelmesi muhakkak olan o günde, yakınlık ve sevginin derecelerine göre, kişinin kendisine en yakın ve en yararlı kimseler olan kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve çocuklarından bile kaçacağı belirtilerek, kıyâmetin dehşeti anlatılır. Zira o gün herkesin başından aşkın çok büyük ve çok mühim bir işi vardır. Başkalarını düşünmeye, onlara yardımcı olmaya imkânı olmadığı için herkesten kaçar. Çünkü onların her biri, kendilerine karşı vazifesini hakkıyla yapmadığı için onun yakasına sarılırlar. Bir gün Peygamber Efendimiz:
“İnsanlar kıyamet günü yalın ayak, çırılçıplak, sünnetsiz olarak haşrolunurlar” buyurmuştu. Bunun üzerine Hz.Âişe:
– Yâ Resûlallah! Kadın ve erkekler bir arada olup birbirlerine bakacaklar mı? dedi. Hz. Peygamber:
– “Yâ Âişe! Durum birbirlerine bakamayacakları kadar kötüdür” buyurdular (Müslim, Cennet 56).
Bütün bunlar, Allah’tan korkup çekinme konusunda bizleri hassas davranmaya sevketmesi gereken uyarı ve işaretlerdir.
- “Ey insanlar! Rabbinizden korkun; çünkü kıyamet vaktinin depremi, cidden korkunç bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emziren emzirdiğinden geçer; her gebe yükünü bırakır; insanları sarhoş görürsün, oysa sarhoş değillerdir. Ama Allah’ın azâbı şiddetlidir.” Hac sûresi (22), 1-2
Kur’ân-ı Kerîm, kıyamet zelzelesini çeşitli sûre ve âyetlerde anlatır. Bu zelzele, yerin şiddet ve dehşetle sarsılmasıdır. Bu âyette, öncelikle insanların kendilerine emredileni yapmak, yasaklanan şeylerden de kaçınmak suretiyle Allah’tan korkmaları emredilmektedir. Çünkü Allah’a inanan, imanlarının gereği olarak sâlih ameller işleyen, Allah’a gerçek anlamda kulluk yapanlar ve takvâ sahibi olanlar kıyamet zelzelesinden emin olacaktır.
Kıyamet zelzelesi o kadar şiddetlidir ki, çocuğunu emziren anne, bu sarsıntının dehşetiyle yavrusunu terkeder. Yine bu korkunç sarsıntı yüzünden hamile kadınlar çocuklarını düşürürler. Kıyametin dehşetinden insanlar sarhoş gibi oldukları için ne yapacaklarını, nereye gideceklerini, ne konuşacaklarını bilemezler. Bu halde olmaları, Allah’ın azâbının şiddetindendir. İşte bu hâli gören insan, sarsıntının dehşetinden şaşırarak: “Bu yeryüzüne ne oluyor?” [Zilzâl sûresi (99), 3] der. Kur’ân’ın bildirdiğine göre kâfirler: “Vah bize! Bizi yattığımız yerden kim kaldırdı diyecekler. Mü’minler ise: İşte Rahmân’ın va’dettiği şey budur. Demek peygamberler doğru söylemiş diyeceklerdir” [Yâsîn sûresi (36), 52].
- “Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet var.” Rahmân sûresi (55), 46
Rabbinin makamı demek, O’nun herşey üzerinde varlığını hissettirmesi, insanları denetlemesi ve onların her halini görüp gözetmesi demektir. Kıyamet gününde hesap için Allah’ın huzurunda duruş anlamını da taşır.
Rabbinin makamından korkmak sözüyle anlatılmak istenen, sadece yürek çarpıntısı değil, O’nu inkâr ve nimetlerine nankörlük etmekten sakınmak, iman, itaat, şükür ve saygıda kusur etmemektir. Bunları yerine getirenler için iki cennet vardır. İki cennetin ne olduğu hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Buna göre, biri rûhânî, diğeri cismânî cennet, biri adn diğeri naîm cenneti veya biri dâru’l-İslâm diğeri dâru’s-selâm diyenler olmuştur. Kıyametin halleri görülmeden bunların her birinin tafsilatını bilmek mümkün değildir.
- “Cennetlikler birbirlerine dönmüş soruyorlar: Doğrusu bundan önceki hayatımızda, âilemizin yanında bile Allah’dan korkardık. Allah lütfedip bizi kavurucu azâbdan korudu. Doğrusu bundan önce de O’na yalvarıyorduk. Şüphesiz O, iyilik yapandır, acıyandır.” Tûr sûresi (52), 25-28
Bu âyetlerde, cennet ehlinin cennetteki halleri anlatılır. Cennetlikler buraya nasıl gelmiş, bu nimete dünyadaki hangi halleri ve davranışları sayesinde kavuşmuşlardır? Onlar, dünyada iken aile fertleri arasında, evlerinde, obalarında ve yurtlarında yürekleri titrer ve korkarlardı. Çünkü âkibetlerini düşünür, bir isyâna düşmekten veya bir azâba uğramaktan çekinirlerdi. Bu düşünce ve davranışları, kendilerini dünyada kötülük yapmaktan alıkoydu; sâlih ameller işlemeye yöneltti; neticede mükâfatları cennet oldu. Bu, Allah’ın lutfu ve ihsânı, merhamet ve bereketi sayesindedir. Çünkü onlar, işledikleri işler, yaptıkları ibadetlerden sonra Allah’a yalvarıp yakarmışlar, dua etmişlerdi. Allah, va’dinde sâdık ve ihsan sahibidir. Kendisine dua eden mü’minlere sonsuz merhametiyle muamele eder.