İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellikleri nelerdir? İnsan neden hep düşünmek zorundadır? Anlamsız bir hayat yaşanabilir mi? Keskin bir çizgilerle ayrılmış iki farklı hayat yaşayanların akıbetleri nasıl olacak? Bu yazıda insanın “Düşünüyorum, öyleyse varım” anlayışıyla dünyadaki ‘anlam arama’yışını bulacaksınız.

Kâinatta hiçbir şey tesadüfi ve anlamsız değildir. Bütün mesele; varlık ve olayların arka planını görmek ve fark ederek yaşamaktır. Kâinat, okunacak bir kitaptır ve her şey bir anlam içermektedir. Bütün kitaplar bu muazzam kâinat kitabının anlaşılmasına yöneliktir. Kitapların anası olan Kur’ân-ı Kerim’de bu âlemin tefsiri mahiyetindedir. “Gölerin ve yerin yaradılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı başında olanlar için birçok ibretler vardır. Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı hatırlarlar ve göklerle yerin yaradılışı hakkında düşünürler ve derler ki; Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni abesle iştigalden tenzih ederiz.” (Âl-i İmran, 190-191)

İNSAN NEDEN DÜŞÜNMEK ZORUNDADIR?

Tefekkür ve tezekkür insanın en önemli iki özelliğidir. “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyen filozof Descartes da; düşünmeyi, fark etmenin anahtarı olarak görmektedir. İnsanlar düşüncenin, hayvanlar içgüdünün yönlendirmesiyle yaşarlar. Düşünmeyen insanın hayvandan farklı olmaz. Aklını kullanmadığı için daha da aşağı konumda olur.

Allah’ın yeryüzünde halifesi olan insan, sorumlu olduğunu, emaneti yüklendiğini asla unutmamalıdır. “Sizi boşuna (anlamsız) yarattığımızı ve (hesap vermek üzere) döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun, 115)

“Onlar görmüyorlar mı ki; Allah yaratmaya nasıl başlıyor, sonra onları yok edip yeniden var ediyor? Şüphesiz bu Allah’a göre çok kolaydır.” (Ankebût, 19)

Kâinatta her şey bir plan ve program dâhilinde işliyor. Atomlardan galaksilere kadar bir saat nizamı içinde hareket eden bir âlemde yaşıyoruz. Bu sistemin elbette bir kurucusu ve işleticisi vardır. Sistem olan yerde tesadüf söz konusu olamaz. Bütün mesele bu sistemi fark etmek ve bu sistemle uyumlu olmaktır.

Tefekkür ve anlam arayışı insanın asaletini ifade eder. Olayların akışını seyretmek ve anlamlandırmak için yerinden kımıldamayan insan kadavradan ibarettir.

MÜTEFEKKİRİN ANLAM ARAYIŞI

Çağımızın büyük mütefekkiri mühtedi Roger Garaudy (Roge Garodi) hayat serüvenini anlatırken özetle şunları söylüyor:

“Tarihin o fırtınaları içinde yirmi yaşına basıp erişkinlik çağına geldiğinde, hayatımın en büyük meselesi, yaşantında bir anlam aramak oldu. Bu ‘anlam arama’nın sadece benim önemsiz şahsımla sınırlı olmaması gerekiyordu. Dünyayı ve hayatı değiştirmek bir topluluğu gerektirir. Bunun için komünist topluluğu seçtim. O topluluğa otuz yedi sene bağlı kalmaktan da, onlara insanın aşkın (müteâl) boyutunu kabul ettirmek için mücadele etmekten de pişman değilim.”

Garaudy 20. Yüzyılın Biyografisi (Terceme: Cemal Aydın) kitabında kendisini anlatırken şunları söylüyor:

“Saçma bir dünyada hayatıma bir anlam kazandırmak için Hristiyan oldum. Kierkegaard (Kirkögard)’ın Hz. İbrahim’in kurbanıyla ilgili harikulâde tefekkürü beni İbrahimî kökene bağlıyordu. Bizi öldürücü bir düzensizliğe sürüklemiş olan bilgilerin bilgeliğinin çılgınlığını bana keşfettiren o tefekkür, beni aklın bittiği yerde imanın başladığının bilincine eriştiriyordu. Sonra eylemime etkinlik kazandırmak için Marksist oldum. Bütün hayatımın asıl gayesi; sanatsal yaratışın, siyasi eylemin ve inanç fiilinin tek bir bütünü oluşturduğu noktayı arayıp bulmak olmuştur.

Ben İslam’da hem bir güzelliğin dinini, hem de bir eylem ahlâkı olan bir inancı buldum. Ben İslam’a, Hz. İsa’nın hayatıma getirdiklerinden hiçbir şey inkâr etmeksizin girdim. Çünkü Hz. İsa da zaten Kur’an’a göre bir İslam peygamberidir. Demek ki İslam benim hayatımda bir kopuş olarak değil bir tamamlanış olarak gözükür. Allah demek, dünyanın bir anlamının olduğunu bilmek ve buna uygun olarak davranmak demektir.”

Garaudy, kitabını şu cümleyle tamamlıyor: “İnsan ancak kalbinde Allah’a yer açmakla insanlaşır.”

ANLAMSIZ YAŞANMAZ

Buraya kadar, düşünmeden, şuursuzca yaşanan bir hayatın insani bir hayat olmadığını ifade etmeye çalıştık. İç ve dış alemdeki ahengi ve güzellikleri görerek yaşamak ve bu güzellikleri yaradan Allah’ın rıza ve sevgisine erişmek için çalışmak, hayatı anlamlı ve zevkli kılar. İnançsız bir hayat bayattır. Sonunda her şeyin yok olacağı inancı, düşünen insan için bir kâbustur. Allâhsızlık anlamsızlıktır. “Allah göklerin ve yerin nurudur” (Nur, 35) ayeti her şeyi aydınlatmakta, gönüllerdeki ve zihinlerdeki sis perdesini dağıtmaktadır. Eşya Allah’la anlamı kazanmakta, varlık alemi; sahipsizlikten, tesadüf karanlığından kurtulmakta ve anlama kavuşmaktadır.

Hayatı bir gaye ve anlam çizgisinde yaşayanla gayesiz ve anlamsız yaşayanın hayat tarzı da farklı olur. Birincisi; öldükten sonra dirilmeye, hesaba, kitaba, yaratıcının huzuruna çıkacağına, dünyaya imtihan için getirildiğine inandığı için buna göre bir hayat sürdürürken, ikincisi; gayesiz, hedefsiz, sorumsuz, kuralsız, anlamsız, doğumla ölüm arasından ibaret, tükenme ve yok olma psikolojisi içinde huzursuz ve mutsuz bir hayat yaşar.

Bu türlü keskin bir çizgilerle ayrılmış iki farklı hayat yaşayanların akıbetleri de elbette aynı olmayacaktır. Ölüm ortak kader olmakla beraber, karşılaşacakları muamele farklı olacaktır. Farklı olması da aklın ve vicdanın gereğidir.

“Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, iman edip salih ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar. Allah, gözleri ve yeri hak ve hikmet üzere yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara haksızlık edilmez.” (Câsiye, 21-22)

Günümüzde teknolojinin sağladığı imkânlarla cazip hale gelen dünyamız, insanların gönül ve akıllarını adeta esir almış, onları; kendileri ve önlerine serilmiş nimetlerin anlam ve konumunu düşünmek yerine sadece bu nimetlere sahip olma telaş ve gayreti içinde monoton bir hayatın içine itmiştir. Anlamını ve nihai gayesini yitirmiş bir hayat, insani ve ahlâkî bir hayat olmaktan çıkmış, kendi kendisinin gayesi haline gelmiştir. Hâlbuki dünya hayatı; sonu ebedi hayata çıkan bir yol ve köprü mesabesindedir. Yol, bir yere varmak için yürünür. Hedefi belli olmayan bir yolculuk yorgunluk ve pişmanlıktan ibarettir. Böyle yolcular, Mevlana’nın benzetmesiyle; gökteki kuşun yerde sürünen gölgesine ok atan sersem avcı gibidirler. Gölge peşinde şuursuzca tüketilen bir hayatın sermayesi sadece yorgunluk ve pişmanlıktır. Bunların ahirette karşılaşacakları âkîbet daha korkunçtur.

Her şeyleri dünya ve bütün çabaları dünyalık elde etme olan, gerçek hayatı ve bu hayatın asıl sahibini unutanlara söylenecek söz şudur:

“İnkar edenler ateşe arz edilecekleri gün kendilerine şöyle denir: Dünya hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız onların zevkini sürdünüz. Bugün ise, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız.” (Ahkaf, 20)

Hayatı namaz kılar gibi anlamlı kılarsak ibadete dönüşür, yaradılış gayemiz de gerçekleşmiş olur.