Kıssadaki nahiv ilminden maksat, kula bu cihan mektebindeki asıl tahsilini unutturan lüzumsuz ve faydasız meşgalelerdir. Asıl faydalı ilim ise, ihtiyaca cevap veren ilimdir. Beşerin en büyük ihtiyacı da, yaratılış gayesini gerçekleştirmek, yani Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmektir. Zira Allâhʼın rızâsını kazanıp ebedî azaptan kurtulmak ve ebedî saâdete nâil olmak, buna bağlıdır.

Yine kıssadan anlaşılacağı üzere; fânî vücut gemisi ölüm girdabında çırpınırken, yani dünyaya büyük vedâ ânı olan ecel yaklaştığında, sırf nefsin menfaatine yarayan dünyevî bilgiler, kulun ebedî hayatı için bir fayda sağlamayacaktır.

Bu itibarla, ilim tahsilinde dünya ve âhiret, madde ve mânâ, akıl ve kalp dengesi iyi gözetilmelidir. Evlâtlarımız, meslekî eğitimlerini en güzel şekilde alıp dünyadan nasiplerini unutmamakla birlikte, mânevî değerlerini de en güzel şekilde kazanarak, yolcusu oldukları âhirete hazırlanmalıdır. Fazîlet ve takvâ ehli, gönülleri mârifetullah ve muhabbetullah ile müzeyyen, sâlih, edepli, hakşinas, vicdanlı, ahlâklı, istikâmet ehli hoca efendiler, muallimler, doktorlar, mühendisler, işçiler, işverenler, memurlar, idâreciler olarak yetişmelidir.

Dolayısıyla bir kul, çantasını diploma tomarlarıyla doldurmuş, fakat Allahʼtan gâfil yaşıyorsa, zifirî karanlık içinde kalmış bir câhil gibi hüsranda demektir!

FAYDASIZ İLİM

Zira Hakkʼa kulluk için yaratılmış olan insanı Rabbinden gâfil bırakan, dünyaya râm edip âhiretini ihmâle sebebiyet veren bir ilim, Allah katında “faydasız ilim”dir. Bunun için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-i Cenâb-ı Hak’tan ilim talep ederken:

“Yâ Rabbi! Sen’den ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydasız ilimden Sana sığınırım!..” niyâzında bulunmuştur. (Müslim, Zikir, 73)

O hâlde, ecel gelip çatmadan önce, Allâhʼın rızâsını kazanmaya medâr olacak ilmi de tahsil etmek gerekir. Çünkü son nefeste, sırf toprağa terk edilecek bedenin rahatına yarayan dünyevî ve zâhirî ilimlerden bir medet umulamaz. Orada kula fayda verecek olan, ancak mârifetullahʼtır, yani Allâhʼı bilmek, Oʼnu kalben tanımaktır. Zira âyet-i kerîmede:

“…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyruluyor. Yani Allâhʼı bilen âriflerle Oʼndan bîhaber olan gâfiller, Hak katında aslâ bir olamaz.

Buna rağmen kimi nâdanlar;

“‒Edison elektrik ampulünü buldu, insanlığa yaptığı bu büyük hizmetten dolayı Cennetliktir.” diyorlar.

Hâlbuki Cenâb-ı Hakkʼın; “Sen bir keşif yaparsan Cennetʼe girersin…” diye bir vaadi bulunmuyor. Cenâb-ı Hak; rızâsını kazanıp Cennetʼe girebilmenin, ancak îmanla mümkün olacağını bildiriyor.

Dolayısıyla hiçbir dünyevî ilim veya keşif, Allâhʼı bilme ve Oʼnu kalben tanıma hususundaki cehâletin getireceği kötü âkıbeti bertaraf etmeye yetmez.

Merhum babamız Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyururdu:

“Bir kişi Cenâb-ı Hakkʼa râm olarak ilâhî vuslata nâil olmuşsa, her şeye nâil olmuş demektir. Cenâb-ı Hakkʼa râm olmayıp ilâhî vuslattan mahrum kalmışsa -isterse dünya kadar şöhreti olsun ve bütün dünya onu alkışlasın- hiç kıymeti yoktur, ancak hüsrandadır!”

Atâullah el-İskenderîʼnin;

“Yâ Rabbi! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?..” niyâzı da aynı hakîkati hulâsa etmektedir.

Kurʼân-ı Kerîmʼden ilk nâzil olan âyette; “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) buyruluyor. Dolayısıyla bir müʼmin, hangi ilimle meşgul olursa olsun, Rabbinden gâfil kalmadan, bilâkis bütün kâinat ve hâdisâtın Oʼnun esmâ terkiplerinin tecellîlerinden ibâret olduğu şuuruyla ve her an Allah ile beraberliğin gönül huzuru içinde yaşamalıdır. Hem Kurʼânʼdaki kavlî âyetleri, hem de kâinat kitabındaki kevnî âyetleri gönül gözüyle okumalıdır.