Dünya görüşleri arasında İslâm’ı diğerlerinden farklı ve mümtaz kılan sıfatlar nelerdir? İslâm’ın dünya görüşünün iki temel vasfı.

Komünizm, sosyalizm, liberalizm, kapitalizm gibi bütün beşerî sistemlerin birtakım temel umdeleri olduğu gibi; Budizm, Brahmanizm, Yahudîlik, Hristiyanlık ve İslâmiyet gibi her dînin de kendisine mahsus birtakım temel prensipleri, kıymet hükümleri, hak veya bâtıl için koymuş olduğu kıstaslar/kriterler vardır.

Biz burada İslâm’ın fârikalarını, yani diğer din ve sistemlerden farklı olan husûsiyetlerini, temel prensiplerini, dünya görüşünü yani insan, hayat, hâdisat ve kâinâta bakış tarzını, belli başlıklar altında ele alacağız.

İsabetli ve tam bir tarif -eskimez Türkçemizin ifadesiyle-; “Efrâdını câmî, ağyârını mânî” olmalıdır. Yani tarif; muhtevâsındaki bütün unsurları içine almalı, dışarıda bırakmamalı, kendisine âit olmayan hususları da tarifin içine almamalı, dışarıda bırakmalıdır.

İSLAM’IN DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN İKİ TEMEL VASFI

Bu hakîkatten hareketle İslâm dünya görüşünün başka dünya görüşlerinde bulunmayan iki temel vasfı vardır. Bunlar; “İlâhîlik” ve “İki Veçhelilik”tir.

1) İlahilik

İslâm’ı vaz eden Cenâb-ı Hak’tır. Şâri‘ yani şerîat koyan O’dur. Diğer beşerî sistemler ve muharref dinler ise, belirli şahıslar tarafından geliştirilmişlerdir.

Meselâ komünizmMarksEngelsLenin ve Mao gibi filozof ve devlet adamları tarafından kurulmuş ve geliştirilmiştir.

Budizm, adından da anlaşılacağı üzere Buda tarafından vaz edilmiştir.

Günümüzdeki şekliyle Hristiyanlık, önce Pavlos tarafından temeli atılmış, sonra konsiller, daha sonra ise papalar tarafından dâimâ beşerî müdâhalelerle şekillendirilmiştir. Devrimizde de hâlâ bu şekillendirme ve değiştirme faâliyetlerine devam edilmektedir. Bir insanın, kendisi gibi bir insanın günahını çıkartması nevinden bâtıl akîde ve tatbikatlar oluşturulmuştur.

Yahudîlik de benzeri şekilde beşerî müdâhalelerle günümüze gelmiştir. Meselâ, günahlar bir keçiye yüklenir. O keçi çöle salıverilir. Buradan hareketle halk arasında bütün suçları alâkasız bir kişiye yüklemenin adına “günah keçisi” tabiri kullanılır. Günümüzde bazı yahudî mezheplerinde bu günah yükleme işi, tavukla yapılmaktadır.

Diğer taraftan ise Yahudîlik, ırkî asabiyete dayanan bir dindir. Bu bakımdan ırken yahudî olmayanları, kendi dinlerine girmeye davet etmezler. Hattâ yahudî olmayanları, sâir mahlûkat gibi görürler.

İslâm’ın aslî menbaı olan Kur’ân-ı Kerîm ise, hiçbir tahrife uğramadan, bir harfi dahî değişmeden, ilâhî muhafaza altında günümüze ulaşmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm, diksiyonu yani kelime tayinine varıncaya kadar Allah Kelâmı’dır.

Kur’ân’ın hâlen devam eden bir mûcizesi, Kur’ân’ın bildirdiği ilmî hakîkatlerin asırlar sonra ortaya çıkmasıdır. Yani Kur’ân önden gider, ilimler arkadan gelir.

  • Parmak izlerinin eşsizliği,
  • Kâinâtın genişlemesi,
  • Anne karnındaki embriyonun safha safha gelişimi ve
  • Sütün bağırsaklardaki oluşumu gibi çok sayıda misal verilebilir.[1]

Kur’ân’ın devam eden bir diğer mûcizesi de, verdiği târihî mâlumâtın, arkeoloji vb. çalışmalarla asırlar sonra te’yid edilmesidir. Meselâ Kur’ân, Firavun’un, kule yapma emrini, Hâmân’a verdiğini bildirir. Geçtiğimiz asırda Eski Mısır tarihçileri, Hâmân’ın aynı zamanda taş ocaklarından mes’ûl olduğunu, arkeolojik kazılar neticesinde tespit edebilmişlerdir.[2]

Kur’ân, ilâhî kelâmdır. Sünnet-i Seniyye’nin ilâhî menşeli olması ise şu şekilde beyan edilecektir:

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dinde hüküm koyma salâhiyeti vardır. Dolayısıyla Sünnet-i Seniyye de dinde ikinci kaynaktır. Zira Cenâb-ı Hak buyurur:

“Kim Rasûlʼe itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur...” (en-Nisâ, 80)

Bu salâhiyet de, aslında vahye istinâd eder. Bu sebeple Sünnet tarafından belirlenen ahkâmda da fâil, dolaylı olarak Cenâb-ı Hak’tır. Şöyle ki, Peygamber Efendimiz tarafından vaz edilen bir hüküm;

  • Ya vahy-i gayr-i metlûv / tilâvet olunmayan vahye istinâd eder.
  • Yahut da Efendimiz’in bir içtihâdıdır.

Vahy-i gayr-i metlûv; Peygamber Efendimiz’in Cenâb-ı Hak’tan aldığı, Kur’ân-ı Kerîm hâricindeki vahiyleri ifade eder. Meselâ namaz vakitlerini sınırlarıyla sarih bir şekilde ifade eden metlûv vahiy, yani âyet-i kerîme bulunmamaktadır. Sadece bu vakitlere işaret eden âyetler vardır.

Namaz vakitlerinin, Cebrâil -aleyhisselâm- vasıtasıyla, Peygamber Efendimiz’e öğretildiğini hadîs-i şerîflerden öğreniyoruz.[3] Dolayısıyla namaz vakitlerinin tespiti vahy-i gayr-i metlûv (tilâvetiyle ibadet edilmeyen, yani Kur’ân hârici vahiy) olmak üzere ilâhî kaynaklıdır.

Bu mânâda Sünnet-i Seniyye, Peygamber Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’i yaşayışıyla tefsir etmesidir. Yani ilâhî tâlimatları, tatbik ederek göstermesidir.

Yine Hazret-i Peygamber tarafından vaz edilen bir hüküm; vahy-i gayr-i metlûvva dayanmıyorsa, bu takdirde de Efendimiz’in içtihâdıdır. Efendimiz’in içtihadları, Cenâb-ı Hak tarafından reddedilmeyip te’yid edildiğinde, onlar da ilâhî tensip ve tasdik dâhiline girmiş olur.

Peygamber Efendimiz’in bazı içtihadları, Rabbimiz tarafından tashih edilmiştir. Meselâ;

  • Efendimiz, ashâbıyla yaptığı istişâre neticesinde, Bedir esirlerini, fidye alarak serbest bırakmıştı. Daha sonra âyet-i kerîme inerek bu durumu tashih etti. (Bkz. el-Enfâl, 67)
  • Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, münâfıkların reisi Abdullah bin Übey bin Selûl’ün cenaze namazını kıldırmıştı. Cenâb-ı Hak, bu davranışı da tashih etti. (Bkz. et-Tevbe, 84)

Yani Cenâb-ı Hak, asr-ı saâdet boyunca, Rasûlullah Efendimiz’in tatbikâtı demek olan Sünnet-i Seniyye’yi, âyet-i kerîmelerle tashih ve te’yid etmiştir.

Demek ki Rasûlullah Efendimiz’in tatbikâtında; Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına uymayan bir husus olsa, derhâl tashih edilmekteydi. Rabbimiz’in tashih etmemesi, tashih edilecek bir şeyin bulunmadığı mânâsına gelmektedir. Yani ilâhî tasdik demektir. Zira rızâsına uymayan bir husus olduğunda Rabbimiz mutlaka müdâhale etmiştir.

Anlaşılmaktadır ki bütün Sünnet-i Seniyye, ilâhî tasdikten geçtiği için, dinde ikinci delil hükmündedir. Sünnet’in de ilâhî menşeli olduğu, böylece anlaşılmış olmaktadır.

İslâm medeniyetinde bir fikir, içtihad ve görüşün makbul sayılabilmesinin, Kur’ân ve Sünnet’e ters düşmemek şartına bağlı olduğu düşünülürse, İslâm medeniyetinin fârik husûsiyetinin niçin İlâhîlik olduğu daha iyi anlaşılır.

Dolayısıyla İslâm, hiçbir beşerî sistemde olmayan bu prensip ile insanlığa, kıyâmete kadar geçerli, istikametli ve doğru bir hayat düstûru takdim etmiş olmaktadır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Size iki şey (emânet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz: Biri, Allâh’ın kitabı Kur’ân’dır; diğeri de Rasûl’ünün Sünnet’idir...” (Muvatta, Kader, 3)

Hristiyanlık ve Yahudîlik gibi dinlerin, menşei ilâhî olduğu hâlde, daha sonra bu vasfı kaybetmeleri, bu hadîs-i şerîfte dile getirilen istikâmet ölçülerini muhafaza edememelerinden kaynaklanmıştır.

Kur’ân, ilâhî tâlimatlardır; Sünnet de Rasûlullah Efendimiz’in bu tâlimatları îzah ve tatbik edişidir. Bu hususta Hazret-i Mevlânâ bir pergel teşbihi yapar: Pergelin sâbit ayağı merkezî noktada durur ve hareketli kalemi de, bu sebat sayesinde, merkezin çevresinde dolaşarak, müstakîm ve kusursuz bir daire oluşturur.

Sâbit nokta, şerîati temsil eder. Sâbit noktayı kaybeden hareketler, ilâhîlik vasfını yitirerek, istikâmeti muhafaza eden merkezden uzaklaşırlar.