İslâm medeniyetinde bir fikir, içtihad ve görüşün makbul sayılabilmesinin, Kur’ân ve Sünnet’e ters düşmemek şartına bağlı olduğu düşünülürse, İslâm medeniyetinin fârik husûsiyetinin niçin İlâhîlik olduğu daha iyi anlaşılır.

Dolayısıyla İslâm, hiçbir beşerî sistemde olmayan bu prensip ile insanlığa, kıyâmete kadar geçerli, istikametli ve doğru bir hayat düstûru takdim etmiş olmaktadır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Size iki şey (emânet) bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz: Biri, Allâh’ın kitabı Kur’ân’dır; diğeri de Rasûl’ünün Sünnet’idir...” (Muvatta, Kader, 3)

Hristiyanlık ve Yahudîlik gibi dinlerin, menşei ilâhî olduğu hâlde, daha sonra bu vasfı kaybetmeleri, bu hadîs-i şerîfte dile getirilen istikâmet ölçülerini muhafaza edememelerinden kaynaklanmıştır.

Kur’ân, ilâhî tâlimatlardır; Sünnet de Rasûlullah Efendimiz’in bu tâlimatları îzah ve tatbik edişidir. Bu hususta Hazret-i Mevlânâ bir pergel teşbihi yapar: Pergelin sâbit ayağı merkezî noktada durur ve hareketli kalemi de, bu sebat sayesinde, merkezin çevresinde dolaşarak, müstakîm ve kusursuz bir daire oluşturur.

Sâbit nokta, şerîati temsil eder. Sâbit noktayı kaybeden hareketler, ilâhîlik vasfını yitirerek, istikâmeti muhafaza eden merkezden uzaklaşırlar.

2) İki Veçhelilik (Düalizm)

İslâmiyet, îtidâl ve muvâzene dînidir.

Bütün beşerî sistemler, teksif oldukları sahada aşırılık göstermiş, diğer sahaları ihmal etmişlerdir. Meselâ kapitalizm için insan; sadece çalışan, artı değer üreten, maddeden ibaret, iktisâdî bir varlıktır. Freud’un psikanalizi açısından ise insan, sadece cinsî temâyüllerinden ibârettir.

Materyalizm, ruh ve mânâya kör kalmıştır. Muharref Hristiyanlık, ahkâm ve muâmelâtı kaybetmiş, sadece sevgi ve tasdikten ibâret olan, âdeta bir tabela dînine dönüşmüştür. Budizm, sadece aşırı bir zühdde takılıp kalmıştır.

Tek bir meseleyi ele alıp, her şeyi onunla izah etmeye çalışmak (monizm), İslâm dışındaki hemen hemen bütün dünya görüşlerinin hatâsı olmuştur. Evet, bu dünya görüşlerinin hayata yaklaştıkları cihet, belli ölçüde bir hakîkat ifade eder. Meselâ iktisat, insan için bir hakîkattir, fakat yegâne hakîkat değildir. Yüzde üç, yüzde beş, hattâ kişiden kişiye değişebilen, izâfî bir hakîkattir.

Mevlânâ Hazretleri, her şeyi tek taraflı tahlil etme gafletinden sakındırmak için şu îkazlarda bulunur:

“Güzelliği ile iftihâr eden, Ay gibi parlak olan güzel yüze bak! Fakat onun evvelini gördükten sonra sonuna da nazar et ki, şeytan gibi tek gözlü, yani bir şeyin sırf dünya tarafını görüp âhiret tarafını görememe ahmaklığına düşmeyesin...”

“Şeytan, Âdem’in çamurunu gördü; yüceliğini göremedi. Bu dünyaya âit olan çamuru seyretti. Fakat öteki âleme âit olan mâneviyâtına âmâ oldu…”

İslâm, ümmet-i vasat, yani mûtedil bir toplum inşâ eder. Her meselede ifrattan da tefritten de uzak durur. Dikkate alınması gereken hiçbir vâkıayı görmezden gelmez, ihmal etmez.

ESAS HAYAT AHİRETTİR

İslâm; “Esas hayat âhirettir.” der, fakat dünyayı da ihmâl etmez, onu da tanzim eder. Mü’mine dâimâ, dünyâ ve ukbâ dengesi içinde bir kulluk istikâmeti telkin eder. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma!..” (el-Kasas, 77) buyrulmaktadır. Yani İslâm, bir tarafa teksif olup diğer tarafı büsbütün ihmal etmeyi doğru bulmaz. Yine İslâm;

  • Cennet’e mukâbil, Cehennem’i de gösterir.
  • Mükâfata mukâbil, cezâî müeyyidesi de vardır.
  • Lâyıkına muhabbeti de, müstahakkına nefreti de öğretir.
  • Ferdî hayatı da ihmal etmez, içtimâî hayatı da.
  • Avâmı da gözetir, havâssı da.
  • Aklı da tatmin eder, rûhu ve gönlü de doyurur. Nefsin ve bedenin hakkını da ihmal etmez.

Bu prensipten mahrum sistemler, dâimâ “ğuluvv”e/aşırılığa düşmüşler ve hakîkatten uzaklaşarak fıtratı değiştirmeye yönelmişlerdir. Hadîs-i şerîflerde “aşırılık”, önceki ümmetlerin helâk sebepleri arasında zikredilmiştir.[4]

Düşünce sisteminde olduğu gibi, tatbikat sahasında da îtidâl ve madalyonun iki tarafını da görebilme meselesi (düalizm) büyük bir ehemmiyet arz eder. Meselâ Hristiyanlık, evlilik müessesesini sadece cinsî çerçeveden görerek ona soğuk bakmıştır. Keşiş, papaz ve râhibeler, evlenmeden manastırlara kapanmıştır. Hâlbuki bu tavır, aile müessesesini tahrip eder. Üstelik Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle, uydurdukları bu fıtrata aykırı ruhbanlığa da hakkıyla uyamadıkları için,[5] bu sefer, tam zıddı olan cinsî sapkınlıklara dûçâr olmuşlardır. Yine Katolik mezhebi, boşanmayı reddeder. Bu aşırılığın neticesi, evli fakat ayrı yaşayan insanların varlığını doğurmuş, bu da yine ailevî fâcialara sebebiyet vermiştir.

İslâm ise, fıtrî olarak evliliği tavsiye ve teşvik eder, sebepsiz boşanmayı zulüm addeder, fakat şiddetli geçimsizlik hâllerinde boşanmayı da son çare olarak hukuk sistemi dâhilinde tutar. Bir başka misal verirsek:

Bazı din ve sistemler, “barış” nâmına aşırı pasif bir duruş sergiler ve “savaş” hakîkatini görmezden gelirler. Bu sebeple işgale uğramış, yok edilmiş veya zulme uğramışlardır. Bunun tam zıddı, Roma vb. vahşî sistemler ise gâlip gelmek için her yolu mubah görür, savaşlarda, bütün hukuku askıya alır, vahşet sergilerler.

Hâlbuki İslâm, harbi zulme mânî olmak için kabul eder. Fakat harbe bir hak ve hukuk getirir. Buna mukâbil; sulh, selâmet, emniyet ve nizâmı ise, muhafaza edilmesi gereken bir vasat olarak ilân eder. Ancak şu husus unutulmamalıdır:

İslâm’da îtidâlin ölçüsü de Kur’ân ve Sünnet’tir.[6] İnsanların, içinde yaşadıkları çevrenin şartlarına göre kendilerince bir orta yol tutturmaları değildir. Bu hakîkat gözden kaçırıldığında, bazen İslâmî bir emri, hakkını vererek yaşamaya çalışan bir mü’mine de;

“–Aşırılık gösterme, mûtedil ol, orta yolu tut!” gibi yanlış telkinlerde bulunanlar çıkabilmektedir.