Kur’an-ı Kerim hakkında neler biliyorsunuz? Kur’an-ı Kerim’in nüzûlü, kaydedilmesi, korunması ve kitap haline getirilmesi nasıl olmuştur? Ashap kuranı nasıl ögrenip öğretmiştir? Kur’an’ın mucize oluşunun delilleri ve mucizevi yönleri nelerdir? Kur’an-ı Kerim hakkında bilinenler ve bilinmeyenler...

Kur’ân-ı Kerîm en son indirilen ilâhî kitaptır. Allah Teâlâ onu toplu olarak değil, pek çok hikmete binaen kısım kısım indirmiştir.

KUR’ÂN-I KERÎM HAKKINDA TEMEL BİLGİLER

Nüzûlü ve Kaydedilmesi
Kur’ân-ı Kerîm en son indirilen ilâhî kitaptır. Allah Teâlâ onu toplu olarak değil, pek çok hikmete binaen kısım kısım indirmiştir. Bu durum insanlara pek çok faydalar ve pek büyük kolaylıklar sağlamıştır.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, vahiy nâzil oldukça âyetleri unutmamak arzûsuyla acele ederek Cibrîl-i Emîn ile beraber okumak isterdi. Bu hâl üzerine şu âyetler nâzil oldu:

“Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’ân’ı okumakta acele etme! «Rabbim! İlmimi arttır» de!” (Tâhâ, 114)

“(Rasûlüm!) onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma! Şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize âittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et!” (Kıyâme, 16-18)

Artık bun­dan sonra Cibrîl-i Emîn geldiğinde Rasûl-i Ekrem Efendimiz susar; Cibril, vahy-i îlâhî’yi tamâmen tebliğ edip bitirince Hz. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelen âyetleri tam olarak ezberlemiş bulunur ve öylece tilâvet buyururdu. Bu durum, Kur’ân’ın mucize olduğunu gösteren delillerden biridir.

Peygamber Efendimiz’in pek çok vahiy kâtibi vardı. Bunların sayısı 65’e kadar çıkıyordu. Kur’ân-ı Kerîm’den bir kısım geldiğinde Peygamber Efendimiz, kâtiplerden müsait olanları çağırır ve vahyi yazdırırdı.[1] Onlar da, inen âyetleri o zamanın yazı malzemelerine yazarlardı. Yazma işlemi bittikten sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kâtiplere yazdıklarını okutturur ve eksikleri varsa düzelttirirdi. Daha sonra kâtip çıkar vahyi insanlara arzederdi.[2] Akabinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de inen âyetleri önce erkek sonra da kadın sahâbîlere okurdu.[3] Müslümanlar da gelen vahyi ezberler, bir kısmı da yazarak yanında muhafaza ederdi.

Kısım kısım inen âyet ve sûrelerin Kur’ân’ın neresine yerleştirileceği Cenâb-ı Hak tarafından bildiriliyor, Cebrail -aleyhisselâm- bunları Allah Rasûlü’ne tarif ediyor, Efendimiz de kâtiplerine yazdırıyordu.[4]

Şurasını hatırdan çıkarmayalım ki, ilk inen âyetler, konu olarak beşerî ilimlerin tanınıp bilinmesinde bir vâsıta olan “kalem”in ve “yazdığı satırlar”ın medh ü senâsına hasredilmiş, yazılmış olan bilgiler mânâsına gelen “Kitâb” kelimesi üzerinde ısrarla durulmuştur.[5] İşte Allah Rasûlü’nün Kur’ân’ın yazıyla tesbit edilip muhafazasındaki gayret ve titizliğini destekleyen âmillerden biri de budur.

Nâzil olan Kur’ân âyetlerini yazmak ashâb-ı kirâm arasında çok yaygındı. Herkes bu işe dört elle sarılmıştı. Yazmayı bilmeyenler de ellerinde yazı malzemeleriyle Efendimiz’in yanına gelirler, orada bulunan bir sahâbî Allah’ın rızâsını kazanmak için kalkar ve onun için Mushaf’ın bir kısmını yazar, daha sonra başka biri devam eder, nihâyet yazı bilmeyen sahâbî için bir Mushaf yazıverirlerdi.[6] Bu sebeple Peygamber Efendimiz, karışıklığa meydan vermemek için ilk günlerde Kur’ân ile hadislerin aynı yere yazılmasını yasaklamıştı.[7]

Yani âyetler İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren hatta Müslümanlar Kureyş’in zulmü altında sayısız sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirilmiştir. Abese sûresinin 11-16. âyetlerinde, Kur’ân’ın ilk senelerde mevcut çok sayıdaki yazılı metinlerinden (nüshalarından) bahsedilmektedir. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- da Mekke’de inen âyetlerin hemen orada kaydedildiğini söylemiştir.[8] Nitekim ilk senelerde Hz. Ömer -radıyallâhu anh-, Kur’ân yazılı bir sahifeyi okuduktan sonra iman etmiştir.[9] Râfi bin Mâlik -radıyallâhu anh- Akabe Bey‘atı’na katıldığında, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o zamana kadar vahyedilmiş tüm âyet ve sûrelerden oluşan bir Kur’ân metnini ona teslim etmişti. Râfi, Medine’ye döndüğünde kendi mahallesinde inşâ ettirdiği ve İslâm âleminde ilk câmi diye bilinen mescidde toplanan müslümanlara bu âyet ve sûreleri tilâvet ederdi. Yûsuf Sûresi’ni de Medîne’ye ilk defâ Râfî getirmiştir.[10]

Nâzil olan Kur’ân âyet ve sûreleri; ilk günden beri, farz ve nâfile olarak kılınan namazlarda ve bilhassa uzun uzun kılınan teheccüdlerde sesli ve sessiz olarak gece gündüz okunuyordu. Ashâb-ı kiram arasında büyük bir okuma-yazma ve Kur’ân’ı öğrenip ezberleme faaliyeti başlamıştı. Nitekim Efendimiz’in teşvik ve gayretleri neticesinde pek çok insan Kur’ân’ı baştan sona ezberlemiş ve yazmıştır. Bu güzel gayretler günümüze kadar artarak devam etmiştir.

Ramazan aylarında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Cebrail -aleyhisselâm- Kur’ân’ı birbirlerine karşılıklı olarak okurlardı. Son sene bunu iki defa yapmışlardı.[11] İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Cebrâil -aleyhisselâm- birbirlerine Kur’ân okumayı bitirdiklerinde ben de Allah Rasûlü’ne okuyordum ve Efendimiz benim okuyuşumun son derece güzel olduğunu söylüyordu.” (Taberî, I, 28; Ahmed, I, 405)

Cebrail -aleyhisselâm- ile yapılan son mukabelenin ardından; Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Zeyd bin Sâbit ve Übey bin Ka‘b -radıyallâhu anhumâ-, Kur’ân’ı birbirlerine okudular. Hatta Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Übey’e iki kez okudu.[12] Bu mukâbele âdeti de günümüze kadar gelmiş ve hâlâ canlılığını muhafaza etmektedir.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine vahyedilen âyet ve sûreleri zaman zaman Cuma hutbelerinde okuyordu.[13] Bir kısım sahâbîler, bazı sûreleri bu hutbelerden dinleyerek ezberlediklerini ifade ederler.[14] Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de ilk hutbede bir sûre okur, ikinci hutbede konuşurlardı.[15] Hz. Ömer’in hutbelerde Nahl sûresini okuduğu rivâyet edilir.[16] Hz. Hasan (r.a) da, bir Cuma günü minbere çıkıp İbrahim Sûresi’nin tamamını insanlara okumuştur.[17]

Efendimiz’in hayatına baktığımızda onun Kur’ân’ı her vesileyle okuduğunu görürüz. İnsanlara İslâm’ı anlatırken, ashabına sohbet ederken Kur’ân okurdu, bir meseleyi izah ederken o mevzuyla alakalı âyetleri okurdu, gece ibadetlerinde Kur’ân okurdu, her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in yedide birini okuma âdeti vardı.[18] Ashâb-ı kirâm da böyle yapardı: Medîne’ye gelen Sakîf Kabilesi heyetinde bulunan Evs bin Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmedi.

«–Yâ Rasûlallah! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«–Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazîfe edinmişimdir. Bunu yerine getirmeden gelmek istemedim» buyurdu. Sabah olunca ashâb-ı kirâma; «Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk. Onlar:

«–Biz sûreleri ilk üçünü bir hizb, sonra devamındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf Sûresi’nden sonuna kadar mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i (yedi günde) okuruz» dediler.” (Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178)

Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Kim geceleyin hizbini veya hizbinden bir kısmı okumadan uyursa bunu sabah namazı ile öğle namazı arsında tamamlasın! Bu takdirde, sanki gece okumuş gibi aynı sevâba nâil olur” buyururdu. (Müslim, Müsâfirîn, 142)

Kinde kabilesinin temsilcileri hicrî 10. senede altmış veya seksen kişi olarak gelip, Mescid’de bulunan Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıkmışlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Allah beni hak dinle peygamber olarak gönderdi ve bana bir de Kitab indirdi ki, ona bâtıl ne önün­den, ne de ardından yaklaşamaz!” buyurdu. Kinde temsilcileri:

“–Bize ondan biraz okuyup dinletebilir misin?!” dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Sâffât sûresinin başından okumaya başladı:

“Saf saf dizilmiş duranlara, toplayıp sürenlere, zikir okuyanlara yemin ederim ki, ilâhınız birdir. O, hem göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbi, hem de doğuların Rabbidir.” (Sâffât, 1-5)

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âyetleri okuyup susmuştu. Hiç kımıldamadan duruyordu. Gözleri yaşarmış, gözyaşları sakalına doğru akmaya başlamıştı. Kindeliler:

“–Biz senin ağladığını görüyoruz!? Yoksa seni gönderen zâttan korktuğun için mi ağlıyorsun?” dediler. Peygamber Efendimiz:

“–Beni korkutan ve ağlatan, Allah’ın beni kılıcın ağzı gibi ince ve keskin olan dosdoğru bir yol üzere göndermiş olmasıdır ki, ondan azıcık eğrilsem helak olurum!” buyurduktan sonra:

“Hakikaten, biz dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bu durumda sen de bize karşı hiçbir yardımcı ve koruyucu bulamazsın”[19] âyetini okudu. Bunun üzerine Kinde temsilcileri müslüman oldular. (Bkz. İbn-i Hişam, IV, 254; Ebû Nuaym, Delâil, I, 237-238; Halebî, III, 260)

Ebû Talha -radıyallâhu anh- birgün Efendimiz’in yanına vardığında, onun ayakta Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördü. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. İşte Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbının meşgûliyeti, Allah’ın kitâbını anlamak ve öğrenmek, arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbından zaman zaman kendisine Kur’ân okumalarını ister, hürmetsizlik olur düşüncesiyle bundan çekinenlere:

“–Ben Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severim” buyururdu. (Buhârî, Tefsîr, 4/9; Müslim, Müsâfirîn, 247)

Ashâb-ı kiramdan ve daha sonra gelen sâlihlerden bazıları Kur’ân-ı Kerîm’i her gece baştan sona okuyup hatmederlerdi.[20] Osman bin Abdurrahman babasından şöyle naklediyor:

“Bir gün: «Bugün geceyi Makâm-ı İbrahim’de namaz kılarak geçireceğim» diye niyet ettim. Yatsıdan sonra Makâm’da namaza durdum. Ben namaz kılarken birisi elini omzuma koydu. Selâm verdikten sonra baktım ki o Hz. Osman imiş. Hz. Osman -radıyallâhu anh- Fatiha’dan başlayarak Kur’ân’ı sonuna kadar okuyarak namazını tamamladı. Selâm verdi ve ayakkabılarını alıp gitti.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 56)

Korunması ve Kitap Hâline Getirilmesi
Peygamber Efendimiz vefât edip vahiy tamamlandığında pek çok kişi Kur’ân’ın tamamını ezbere biliyor ve namazlarda okuyordu. Ancak Allah Rasûlü’nün son ânına kadar vahiy devam ettiği için Kur’ân sûrelerinin yazıldığı sayfalar, iki kapak arasına toplanıp bir kitap hâline getirilmemişti. Hz. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- başkanlığında bir heyet teşekkül ettirdi ve yazılı Kur’ân sayfalarını iki kapak arasına toplattı. Bu heyetin çok sıkı, son derece güvenilir ve sağlam çalışma usulleri vardı. Meselâ bunlardan biri şöyleydi: Hz. Bilâl -radıyallâhu anh- Medine sokaklarında gezerek îlânda bulundu. Elinde, âyet-i kerîme yazılı evrak bulunan herkesin, bunları, bizzat Peygamber Efendimiz’in imlâ ettirdiği ilk el yazılar olduğuna şahitlik eden iki kişiyle birlikte mescide getirmesi gerektiğini söyledi. Heyet, zâten insanların ezberinde olan Kur’ân’ı, iki şahitle birlikte getirilen yazılı belgelerle mukayese etti ve Kur’ân’ı baştan sona bütün hâlinde yazıya geçirdi. Bu heyet, insanların elinde bulunan yazılı Kur’ân âyetlerini toplamamış olsalardı bile zaten Kur’ân’ın tamamını ezbere biliyorlardı. Bu usul ile sadece bir sağlama yapmış oldular ve Kur’ân hakkında hiçbir şüphe ihtimali olmadığını gösterdiler.

Hz. Osman -radıyallâhu anh- zamanında yine Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- başkanlığındaki bir heyet tarafından Kur’ân nüshaları çoğaltıldı. Diğer bir anlayışa göre Hz. Osman, Zeyd bin Sâbit başkanlığındaki on iki kişilik heyete Kur’ân’ı yeniden cem ettirdi. Bunu Hz. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- zamanında cem edilen Mushaf ile karşılaştırdı ve aralarında hiçbir fark olmadığını gördü. Bu da, Kur’ân’ın baştan beri ilâhî bir muhafaza altında olduğunu ve her iki devirde de Kur’ân’ı cem ederken kullanılan usul ve metodların sağlamlığını göstermektedir.[21]

Heyet tarafından çoğaltılan nüshalar belli merkezlere gönderildi.[22] Bu Kur’ân nüshalarıyla birlikte, onu insanlara doğru bir şekilde ve kıraat farklılıklarıyla okutup öğretecek âlim sahabîler de gönderildi. Böylece Kur’ân, Peygamber Efendimiz’in ağzından nasıl çıktıysa harfi harfine aynen diğer insanlara öğretiliyor, bu konuda çok büyük bir titizlik gösteriliyordu. Bir kimsenin kendi başına yazılı bir malzemeden Kur’ân öğrenmesine müsaade edilmiyor, mutlaka yazı ile birlikte ehil bir hocanın ağzından öğrenmesi isteniyordu. Nitekim bu hususta, Kur’ân’ın harf harf nasıl okunacağını öğreten Tecvîd ismiyle bir ilim dalı teşekkül etmiştir ki bu ancak bir hocadan tatbikât yoluyla öğrenilebilir. Bu, “Kur’ân’ı bir fem-i muhsin’den alma” yani düzgün bir ağızdan öğrenme geleneği, ilk günden zamanımıza kadar aynen tatbik edilegelmiştir.

Ubeydullah bin Abdullah, Hz. Osman -radıyallâhu anh- zamanında çoğaltılan nüshalardan Medîne Mushafı’nın Mescid-i Nebevî’de muhafaza edildiğini ve her sabah cemaate okunduğunu haber verir.[23]

Hz. Osman -radıyallâhu anh-, Mushaf’ın cem‘ini yani tek nüshada toplanmasını tamamlayınca insanlara Mushafları yazmayı emretti, yani şahsî kullanımları için nüshalar kaleme almalarını teşvik etti.[24] Zira daha önce insanlar Kur’ân’ın tamamını yazamamış, sadece bazı sûre ve âyetlerini kaydedebilmiş olabilirlerdi. Vahyin nüzûlü sona erip bütün âyet ve sûreler güçlü bir heyet tarafından iki kapak arasına getirildikten ve binlerce hâfız ashâbın tasdikini aldıktan sonra artık insanlar bir bütün hâlinde Kur’ân’ı rahatlıkla kopyalayabilirlerdi.

Nitekim Hz. Âişe -radıyallâhu anhâ-, azatlısı Ebû Yûnus’tan, kendisi için bir Mushaf yazmasını talep etmiş, o da yazmıştır. (Müslim, Mesâcid, 207; Ebû Dâvûd, Salât, 5/410; Muvatta’, Salâtü’l-Cemâa, 25)

Hz. Ömer’in azatlısı Amr bin Râfîʻ -radıyallâhu anh- de, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hanımlarının yaşadığı zamanlarda Mushaf yazardı. Hatta Hz. Hafsa -radıyallâhu anhâ- için de bir Mushaf yazmıştı. (Muvatta’, Salâtü’l-Cemâa, 26; Heysemî, VI, 320; VII, 154)

Kur’ân’ın en ufak bir hatâdan dahî korunması için başka tedbirler de alınmıştır. Haccâc, Âsım el-Cahderî, Nâciye bin Rumh ve Ali bin Asmaʻı insanların okumak için kopyaladıkları şahsî Mushafları inceleyerek içinde hatâ bulunanları yırtmakla vazifelendirmiştir.[25]

Bu tür resmî heyetler her zaman mevcut olmuştur. Mesela Türkiye’de “Mushaflar ve Dîni Eserler Tedkîk Heyeti” nâmı ile ilmî, resmî bir müessese mevcut bulunmak­tadır ki başlıca vazifesi, Kur’ân’da yazım hatasının zuhuruna fırsat vermemek­tir. Bu sebeple, her asırda yüz binlerce hâfızın ezberlediği ve milyonlarca matbu ve yazma nüs­haları bulunan Kur’ân-ı Kerîm’in velev bir harfinin olsun değiştirilmesine ihtimal yoktur. Bazı Mushaflarda matbaa hatası olsa bile bunun derhal tashih edileceği şüphesizdir.[26]

İslâmî gelenekte, Kur’ân hocası olabilmek için iyi yetişmiş bir üstad veya üstadlar huzûrunda icâzetnâme almak lâzımdır. Bu metodla hem talebenin Kur’ân’ı gereği gibi öğrenip öğrenmediği, hem de elindeki Kur’ân nüshasının sahih ve mûteber olup olmadığı kontrol edilir. Bu usûl zamanımıza kadar tatbik edilegelmiştir. Kur’ân öğretiminin sonunda üstad, talebesine bir icazetnâme verir ve bunda kendi üstadları ve onların üstadlarının isimlerini bir şecere hâlinde tâ Hz. Peygamber’e kadar zikreder. Daha sonra talebesinin de, üstadı tarafından kendisine öğretildiği şekilde Kur’ân-ı Kerîm’i tamamen ve sahîh bir şekilde öğrendiğini tasdîk eder.[27]

Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerîm, hem yazılıp okunmak hem de üstadlar huzûrunda ağızdan ağza öğrenilip ezberlenmek sûretiyle günümüze kadar en sağlam usullerle muhafaza edilegelmiştir.[28] Yani Kur’ân’ın muhafazası için yazı ve ezbere ilâveten üçüncü bir usul daha tatbik edilmiştir:

İyi yetişmiş ve icâzet almış bir üstad huzûrunda tâlim görmek…

Ashâb-ı Kirâm’ın Kur’ân Öğrenme ve Öğretme Seferberliği
Müslümanlar târih boyunca Kur’ân eğitimine pek büyük bir ehemmiyet vermişlerdir. Zira Allah ve Rasûlü, insanları, bir araya gelerek Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlamaya teşvik ediyorlardı.[29]

Peygamber Efendimiz, Kur’ân’ı iyi bilenlere her yerde kıymet vermiş, onlara dâimâ öncelik tanımıştır. İmam, vâli ve kumandan gibi âmmeyle ilgili bir idârî vazifeli tâyin edeceğinde veya şehidleri defnederken hangisini önce koymak gerektiği sorulduğunda hep Kur’ân’ı daha çok bilenleri tercih etmiştir.[30] Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Daha sonra Zeyd bin Sabit’i görünce, sancağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre -radıyallâhu anh-:

“−Yâ Rasûlallah! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Hayır! Vallahi kızmadım! Fakat siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse başkalarına tercih edilir!” buyurdu. Evs ve Hazrec kabilelerine de, sancaklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimselere taşıtmalarını emretti. (Vâkıdî, III, 1003)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Haccı esnâsında:

“−Ey insanlar! İlim sizden alınmadan ve ortadan kaldırılmadan evvel ondan nasîbinizi alınız!” buyurmuştu… Bir bedevî şöyle sordu:

“−Yâ Nebiyyallâh! İlim bizden nasıl kaldırılır? Ellerimizde Mushaf nüshaları mevcut, onu bütün muhtevâsıyla öğrendik, kadınlarımıza, çoluk çocuğumuza ve hizmetçilerimize de öğrettik…” (Ahmed, V, 266; Heysemî, I, 200. Krş. Tirmizi, İlim 5/2653)

Rivâyetin bu kısmı bize, ashâb-ı kirâmın Kur’ân-ı Kerîm’i yazma, öğrenme ve öğretme gayretlerinin ne safhada olduğunu göstermektedir. Bunu şu söz de desteklemektedir:

“Sahâbeden biri evine girdiğinde hanımı ona derhal şu iki suali tevcih ederdi: 1) Bugün Kur’ân’dan kaç âyet nâzil oldu? 2) Allah Rasûlü’nün hadislerinden ne kadar ezberledin?” (Abdülhamîd Keşk, Fî rihâbi’t-tefsîr, I, 26)

Ashâb-ı Suffe’ye muallim tâyin edilen Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-, insanlara Kur’ân ve yazı öğrettiğini ifade eder. O ve diğer sahâbîler, dışarıdan gelen insanları evlerinde misâfir eder, onlara ikram ve ihsanlarda bulunur ve Kur’ân-ı Kerîm öğretirlerdi.[31]

Übey bin Kâʻb -radıyallâhu anh- da Medîne-i Münevere’ye gelen heyetlere Kur’ân ve fıkıh öğretirdi. (İbn-i Saʻd, I, 316-317, 345; Vâkıdî, III, 968-969)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hâlid bin Velîd’i bir sefere göndermişti. Hâlid -radıyallâhu anh- oradan Allah Rasûlü’ne yazdığı mektupta, Beni’l-Hâris kabilesini İslâm’a dâvet ettiğini, onların da harp etmeden İslâm’a girdiğini bildirdikten sonra şöyle der:

“Aralarında ikâmet ediyorum, onlara Allah’ın emrettiği şeyleri söylüyor, nehyettiklerinden sakındırıyorum. Allah Rasûlü’nün mektubu gelinceye kadar onlara İslâm’ın esaslarını ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini öğreteceğim. Ve’s-selâmu aleyke yâ Rasûlallâh!” (Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, el-Vesâiku’s-siyâsiyye, s. 165-166)

Peygamber Efendimiz, kendisine gelip yeni müslüman olan heyet üyelerinin Medine’de bir müddet kalarak Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînî esasları öğrenmelerini ve kendi tatbikatını müşâhede ederek İslâm’ı anlamalarını isterdi. Meselâ Abdülkays heyeti geldiği zaman Ensâr’dan, onları misafir etmelerini ve ikramda bulunmalarını istemişti. Bu arada gerekli dini malumatı öğretmelerini, namaz için lüzumlu sûreleri ezberletmelerini tenbihlemişti. Sabahleyin geldiklerinde hâl ve hatırlarını, Ensâr’ın ilgisinden memnun olup olmadıklarını sordu. Onlar da memnuniyetlerini ifade ettiler. Ashâbın gayreti ve Abdülkays’lıların öğrenme azminden son derece memnun kalan Peygamber Efendimiz, onlarla tek tek ilgilenerek ezberledikleri Tahiyyât’ı, Fâtiha’yı, diğer sûreleri ve öğrendikleri sünnetleri bizzat kendisi kontrol etti. (Ahmed, III, 432; IV, 206)

Görüldüğü gibi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine gelen heyetlerle çok yakından ilgilenirdi. Geri dönerken de onlardan, burada öğrendikleri şeyleri memleketlerinde öğretmelerini isterdi.[32] Aynı ilgi ve alâka tek başına gelenler için de geçerliydi. Nitekim Umeyr bin Vehb, Medine’ye gelip müslüman olduğunda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına:

“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine Kur’ân okuyup öğretiniz!..” buyurmuştu. (İbn-i Hişâm, II, 306-309; Vâkıdî, I, 125-128; Heysemî, VIII, 284-286)

Gece gündüz devamlı Mescid’de kalan Ashâb-ı Suffe, bir taraftan ilim öğrenir, bir taraftan da devamlı çalışarak talebe ve hoca yetiştirirlerdi.

Peygamber Efendimiz ve halîfeleri, İslâm dünyasının muhtelif merkezlerine pek çok âlim sahâbîyi hoca olarak göndermişlerdir. Onlar insanlara Kur’ân’ı ve sünnetleri öğretiyorlardı.[33] Meselâ Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- Medîne’ye muallim olarak gönderildiğinde, insanlara İslâm’ı anlatıyor ve her fırsatta Kur’ân okuyordu.[34] Şam’a gönderilen Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- orada uzun süre yaşadı ve çok meşhur bir ilim halkası kurdu. Onun gözetimi altındaki talebelerin sayısı 1600’ü aşıyordu. Talebelerini onar kişilik gruplara ayırdı. Onlara toplu olarak ve grup grup dersler verirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra hemen derse başlardı.[35] Benzer metodlar başka sahâbî ve tâbiîn tarafından diğer şehirlerde de tatbik edildi.[36] Ebû Mûsâ el-Eşʻarî -radıyallâhu anh- Basra’da halka ders verirdi. Saflar arasında bir o yana bir bu yana giderdi. Onlara secde âyeti de öğretir ve sonunda tek secde yapardı.[37]

Hz. Ömer -radıyallâhu anh-, Yezit bin Abdullah’ı merkezden uzakta yaşayan bedevîlere Kur’ân öğretmek için gönderdi. Ebû Süfyan’ı da bedevî kabilelere giderek öğrenim derecelerini tespit için müfettiş tayin etti. O, ayrıca Medine’de çocuklara Kur’ân öğretmesi için üç sahabîyi vazifelendirip her birine aylık 15 dirhem maaş bağladı. Yetişkinler de dâhil herkese kolayından en az beşer âyet öğretilmesini emretti.[38]

Bir defasında Hz. Ali -radıyallâhu anh-, Kûfe Mescidi’nden seslerin yükseldiğini duyunca ne olduğunu sordu. Kendisine:

“–Birtakım kişiler Kur’ân okuyor ve öğreniyorlar” denildi. Hz. Ali:

“–Ne mutlu bunlara! Bunlar Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nezdinde insanların en sevgilileri idi” dedi. (Heysemî, VII, 162)

Tâbiînden Ebû Nadre, şöyle der: “Peygamber Efendimiz’in ashâbı bir araya geldiklerinde ilim (hadîs-i şerîfleri) müzâkere ederler ve Kur’ân’dan bir sûre okurlardı.”[39]

Mücâhid (h. 20-103), İbn-i Ebî Leylâ’nın yalnızca Kur’ân-ı Kerîm’den oluşan ve insanların okumak için bir araya geldiği bir kütüphane kurduğunu bildirmektedir.[40]

İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-’in şu sözü bu konuda çok ibretlidir:

“Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemîn ederim, Allah’ın kitâbından hiçbir sûre indirilmemiştir ki ben onun nerede nâzil olduğunu bilmeyeyim. Yine Allah’ın kitâbından hiç bir âyet indirilmemiştir ki ben onun kimin hakkında nâzil olduğunu bilmeyeyim. Bir kimsenin Allah’ın kitâbını benden daha iyi bildiğini duysam ve deveyle ona ulaşmak da mümkün olsa, hiç durmaz hemen yola düşerim.”[41] (Buharî, Fedâilu’l-Kurân, 8)

Mühim bir husus da şudur ki, ashâb-ı kirâm, Kur’ân tâlimini büyük bir tâzimle îfâ ederlerdi. Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- birisine bir âyet okutur (öğretir) ve:

“–Bu âyet, üzerine Güneş’in doğduğu veya yeryüzünde bulunan her şeyden daha hayırlıdır” derdi. Sonra da bu sözünü Kur’ân’ın her âyeti için tekrar ederdi. (Heysemî, VII, 166)

Kur’ân-ı Kerîm’in Mucize Oluşu
Cenâb-ı Hak, kullarını hidâyete ulaştırmak için onlara akıl, irade, tefekkür kâbiliyeti gibi birtakım üstün vasıflar lütfetmiş, buna ilâveten bir de aralarından müstesnâ yaratılışlı sâlih insanları peygamber olarak vazîfelendirmiştir. Peygamberler, dâvâlarının hak olduğunu ve sözlerinin doğruluğunu ispat etmek için mucizeler gösterirler. Her peygamber, devrinin îcâbına göre birçok mucizeler göstermiştir. Hz. İsa’nın zamanında en makbûl ilim tıp, en gözde insanlar da tabiplerdi. Bundan dolayı Hz. İsa’ya, tabipleri bile âciz bırakan mucizeler verildi: Âmâları görür hâle getirmek, ölüleri diriltmek gibi… Hz. Musa -aleyhisselâm- zamanında sihirde çok ileri gidilmişti, ona da sihirbazları susturacak mucizeler verildi. Hz. Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında ise belâğat, fesâhat, talâkat ve edebiyat son derece revaçta idi. Bu sebeple ona, Kur’ân-ı Kerîm mucizesi lütfedildi.[42]

İnsanı diğer canlılardan ayıran başlıca vasıflar, akıl ve beyân olduğu için, en son ve en mütekâmil kitap olan Kur’ân’ın i‘câzı da daha çok akıl ve beyan sahasında tahakkuk etmiştir. Peygamber Efendimiz’in, kıyâmete kadar devam edecek olan Kur’ân mucizesinin yanında önceki peygamberler gibi zaman ve mekânla kayıtlı pek çok mucizesi de mevcuttur. Bu mucizeler hakkında ciltlerce eser kaleme alınmıştır.[43] Son bölümde bunların bir kısmını zikredeceğiz.

Mucizevî Yönleri
Kur’ân-ı Kerîm; nazmı, fesâhatı, belâğati, gönüllere tesir edişi, kanun koyma (teşrî‘) husûsiyetleri, gaybdan haber vermesi gibi pek çok yönüyle insanları, kendisine benzer bir söz söylemekten âciz bırakmıştır.[44]

Müşrikler Kur’ân’a inanmayınca Cenâb-ı Hak onlara meydan okudu. Diledikleri bütün mahlûkâtı yardıma çağırıp Kur’ân’a benzer bir kitap, bunu başaramayınca on sûre, sonra bir sûre[45], nihayet tam misli olmasa da kısmen Kur’ân’a benzeyen bir söz söylemelerini istedi:

“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun sûrelerinden birine (herhangi bir yönden) benzer bir sûre getirin, eğer iddiânızda doğru iseniz Allah’tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın! Eğer yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının! O ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bakara, 23-24)

Son âyetteki “وَلَنْ تَفْعَلُوا: ki hiçbir zaman yapamayacaksınız” ibâresi öyle bir eminlik ve kat’îlik ifade etmektedir ki, böylesi bir hüküm ancak ilmi ve kudreti sınırsız, tam ve kusursuz olan bir zât, yani Allah tarafından verilebilirdi. Hakîkaten Allah’tan başka hiç kimse, beşer açısından gayb, yani belirsiz ve kapalı olan istikbâle dâir böylesi bir kesinlikte hüküm veremez ve kat’î ifadeler kullanamaz.

İnkârcılar, acziyetlerini ilân eden bu ilâhî sözleri duydular ve bu sözler içlerine oturdu, hırslarını iyice artırdı, lâkin bir şey yapamadılar. Bu âyet, onların âcizliklerini dilden dile dolaştırıp ufuktan ufuğa taşıdı, zaafiyetlerini tescil etti ve dillerini âdeta mühürledi.

Müşrikler, Kur’ân’ın meydan okumasına cevap veremedikleri için onun yerine; yalanlama, kışkırtma, hakâret ve iftirâ gibi saldırganca tavırlar takındılar. “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin! Okunurken gürültü yapın, belki gâlip gelirsiniz!” diyerek, her ne kadar inkâr etseler de aslında ilâhî kudret karşısında tamamen mağlûb olduklarını ortaya koymuş oldular. Bu acziyet günümüze kadar devam etmiştir