Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in en mühim vazifesi kendisine gelen vahyi derhal okuyup tebliğ etmek, gerektiğinde tefsir ve beyân etmek, emrolunduğu şekilde istikâmet üzere amel etmek ve yaşamaktı. Şimdi bunları maddeler hâlinde biraz açalım:

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili birinci vazifesi onu okuyup insanlara tebliğ etmekti. Allah Teâlâ ona şöyle buyurmuştur:
“Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku! Onun kelimelerini değiştirecek hiç kimse yoktur. Ondan başka bir sığınak da bulamazsın.” (el-Kehf 18/27)[5]

“Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (el-Mâide 5/67)

Allah Rasûlü’nün ikinci vazifesi anlamı kapalı olan ve açıklamaya ihtiyacı olan âyetlerin mânâlarını beyân etmekti:
“O peygamberleri apaçık delillerle ve kutsal metinlerle gönderdik. İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve (ola ki üzerinde) düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik.” (en-Nahl 14/44)

“Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma. Onu zihninde toplayıp okumanı sağlama işi bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da elbette bize aittir.” (el-Kıyâme 75/16-19)

Kur’ân-ı Kerîm’i, sadece metnini veya mealini okuyarak anlayamayız. O, 23 senede peyderpey indirilmiştir. Bir kısım âyetleri muhtelif hâdiseler sebebiyle nâzil olmuştur. Bu âyetleri anlayabilmek için bu hâdiseleri bilmek gerekir. Nüzul sebebi bilinmeyen âyetleri anlayabilmek için de yine nüzul ortamını, o dönemde kullanılan Arap dilini, başta sünnet ve siyer olmak üzere söz konusu dönemin tarihî, coğrafî ve kültürel yapısını bilmek lâzımdır. Sahabe-i kiram anladığı için Allah Rasûlü’nün tefsir etmediği, ancak bugün biz okuduğumuzda anlayamadığımız birçok âyet vardır. Bunları anlayabilmek için bizim Hadis, Sünnet, Siyer gibi ilimlere ve ashâb-ı kiramın hayatını bilmeye ihtiyacımız vardır. Zira Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ve ashâbı, Kur’ân’ı anladıkları gibi yaşamışlardır. Bu sebeple, sözlü olarak beyan etmedikleri hususları anlamak için onların hayatlarına bakmamız gerekir.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in üçüncü vazifesi Kur’ân’ın ahkâmını fert, aile ve toplum hayatına tatbik etmekti:
“Rabbinden sana vahyedilene uy. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Ahzâb 33/2)

“Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Bir de azıp sapmayın. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.” (Hûd 11/112)

Rasûlullah (s.a.v)’in bir vazifesi de Kur’ân-ı Kerîm’de hükmü açıklanmayan konularda yine vahye dayalı olarak İslâm’ın hükümlerini açıklamaktı. Yani o sünnet vahyi ile, Kur’ân’da olmayan hükümler ve bilgiler de getirmişti. Bunun bazı misalleri şunlardır:
- Bir kadının üzerine onun halası ve teyzesi nikâhlanamaz.[6]

- Mest üzerine mesh yapılabilir.[7]

- Hayızlı kadın tutamadığı oruçları kaza etmelidir, ama kılamadığı namazları kaza etmesine gerek yoktur.[8]

- Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana mirasçı olamaz.[9]

Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayan kişi, hiç şüphesiz Rasûlullah (s.a.v) idi. Çünkü Kur’ân’ın mânâlarını ona öğreten Cenâb-ı Hak idi. O, Kur’ân’ı okumuş, anlamış, tebliğ ve tefsir etmiş ve yaşamıştır. Canlı bir Kur’ân olmuştur. Bu sebeple biz de Kur’ân’ı anlayıp yaşayabilmek için onun sözlerini, hayatını ve sünnetini bilmeye son derece muhtacız. Bunları tam olarak öğrenebilmek için ashâb-ı kirâmı da tanımaya ihtiyacımız var.

RASÛLULLAH (S.A.V) EFENDİMİZ’İN KUR’ÂN-I KERÎM’İ TEFSİRİ
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’i tefsiriyle ilgili birkaç misal verelim:

Kur’ân-ı Kerîm’de “salât”, “zekât”, “savm”, “hac” gibi ibadetler emredilmektedir. Bunların, bilinen lügat mânalarının yanında, geniş muhtevalı dinî anlamları da vardır. Bunları Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) söz ve fiilleriyle tefsir etmişlerdir. Buna “Mücmelin beyânı veya tafsili” denilir. Meselâ Rasûlullah (s.a.v);
Namazın nasıl kılınacağını,
Vakitlerini,
Rekât sayılarını,
Namazın farz ve vaciplerinin neler olduğunu,
Zekâtın nasıl, ne zaman ve ne miktarda verileceğini,
Orucun nasıl tutulacağını,
Orucu bozan şeyleri,
Haccın nasıl ifâ edileceğini
anlaşılabilir ve tatbik edilebilir bir şekilde beyan buyurmuştur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v), “Benim namazı nasıl kıldığımı görüyorsanız siz de öyle kılın”[10]; “Haccın menâsikini benden alın”[11] buyurmuşlardır. Mâlum olduğu üzere Kur’ân’da bu ibadetler defalarca emredilir, ancak ne zaman, nasıl ve ne kadar yapılacağı bazı işaretler dışında açıkça öğretilmez. Bunların tafsilatlı beyânı Rasûlullah Efendimiz’e bırakılır.

Ashâb-ı kiramdan İmrân b. Husayn (r.a)’in bu konudaki açıklaması çok güzeldir. İmrân (r.a), Hz. Ömer zamanında Basra valisi olmuştu. Bir gün Müslümanlara sohbet ediyordu. Cemaatten biri, “Siz bize bazı hadisler okuyorsunuz, ama biz onları Kur’ân’da bulamıyoruz” dedi. İmrân (r.a) bu adamın sözüne kızdı ve ona, “Sen Kur’ân okudun mu?” diye sordu. Adam “Evet, okudum” dedi. Bunun üzerine İmrân (r.a):

“–Peki, sen Kur’ân’da akşam namazının farzının üç rekât, yatsı namazının farzının dört rekât, sabah namazının farzının iki rekât, öğle ve ikindi namazının farzlarının dörder rekât olduğunu gördün mü? Görmedin. Peki, siz bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? İşte biz de bunları Allah Rasûlü’nden öğrendik” dedi.

İmrân b. Husayn (r.a) adama bir soru daha sordu: “Siz paranın ve koyunun kırkta birinin zekât olarak verileceğini Kur’ân-ı Kerîm’den mi öğrendiniz?” Adam “Hayır” dedi. İmrân (r.a) şöyle devam etti:

“–Peki, siz bunu kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? İşte biz de bunları Allah’ın Nebîsi’nden öğrendik.”

İmrân b. Husayn (r.a) konuşmasını şöyle sürdürdü: “Kullarım Kâbe’yi tavaf etsinler”[12] âyet-i kerimesini Kur’ân-ı Ker’im’de görüyorsunuz. Peki, tavafın yedi defa yapılacağını, tavaftan sonra Hz. İbrahim’in makamının arkasında iki rekât namaz kılınacağını Kur’ân-ı Ker’im’de bulabiliyor musunuz? Bulamıyorsunuz. Peki, siz bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? İşte biz de bunları Rasûlullah’tan öğrendik.”

Sonunda o mecliste bulunan insanlar İmrân b. Husayn’e “Doğru söylüyorsun” diyerek hak verip teslimiyet gösterdiler.[13]

Bu misâlden açıkça anlaşılıyor ki Peygamber Efendimiz’in hadisi ve sünneti olmazsa Kur’ân-ı Kerim lâyıkıyla anlaşılıp uygulanamaz. Hadis ve sünneti terkeden Müslümanlar dinlerini yaşayamazlar.

Kur’ân-ı Kerîm’de kapalı, mânâsı anlaşılamayan bazı âyet-i kerîmeler vardır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) âyetteki bu kapalı yönleri izah eder. Buna “Müşkilin tavzîhi” veya “Mübhemin tavzîhi” denilir. Meselâ:
“İman edip de imanlarına bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan ve azaptan emniyet onlara aittir ve hidâyete erdirilmiş kimseler de onlardır”[14] âyeti inince bu müslümanlara çok ağır geldi ve:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, bizden hangimiz nefsine zulmetmiyor ki?” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurdular:

“–Burada kastedilen sizin zannettiğiniz zulüm değildir. Burada Lokman (a.s)’ın oğluna hitaben söylediği: «Evlâdım! Allah’a ortak koşma; çünkü şirk şüphesiz en büyük zulümdür»[15] sözündeki zulüm kastedilmiştir.”[16] Yani bu iki âyette “zulüm” kelimesi şirk anlamında kullanılmıştır. Ancak bu kelime her âyette ve hadiste aynı mânada kullanılmaz, yerine göre farklı mânalar kastedilir. Bu konuya çok dikkat etmek, dâimâ işin ehline sormak gerekir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, aslında kesinlikle öyle olmadığı halde, zâhiren bakıldığında sanki birbirine zıt mânâ ifade ediyormuş gibi gözüken bir kısım âyet-i kerîmeler vardır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), yaptığı açıklamalarla bunların arasını telif etmiş, zihinlere takılan soruları cevaplamışlardır. Meselâ mü’minlerin cennete gireceğini vaat eden pek çok âyet-i kerime vardır. Bununla birlikte;
“Hem sizden cehenneme uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbinin tatbikini kendi üzerine aldığı kesin bir hükümdür”[17] âyeti, mü’min-kâfir herkesin cehenneme uğrayacağını haber verir. Rasûlullah (s.a.v), âyette geçen “vürûd” kelimesinin “dühûl” yani “girmek” mânasında olduğunu; ancak ateşin Hz. İbrâhim’e serin ve selâmet olduğu gibi, mü’mine serin ve selâmet olacağını bildirdiler. Peşinden;

“Sonra takvâ sahiplerini kurtaracağız. Zâlimleri ise orada diz üstü çökmüş hâlde bırakacağız”[18] âyetini okudular.[19]

Aynı âyetin îzâhıyla ilgili diğer bir rivayet de şöyledir: Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bir gün Hz. Hafsa’nın yanında:

“–İnşaallah ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse cehenneme girmeyecek!” buyurmuşlardı. Bu söz üzerine aklına bir soru takılan Hafsa vâlidemiz:

“–Peki, yâ Rasûlallah Cenâb-ı Hak: “İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere mutlaka herkes cehenneme varacaktır”[20] buyuruyor. (Bu nasıl olacak?)” dedi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“–Allah Teâlâ şöyle de buyurdu” diyerek bir sonraki âyeti okudular: “Sonra müttakî olanları kurtarırız da zalimleri dizleri üstü bırakırız.” (Meryem 19/72)

Böylece buradaki “cehenneme varmak”tan maksadın sırattan geçerken cehennemin üzerinden hızla geçmek manasına geldiğini, yoksa içine girmek demek olmadığını îzâh etmiş oldular.[21] Bu izaha göre mü’minler cehennemde kalmayacak, üzerinden amellerinin durumuna göre kendilerine lütfedilen bir hızla geçip gidecekler ve onun sıcaklığını hissetmeyecekler, kâfirler ise orada kalacaklardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de insanların kendi anlayış ve ictihadlarıyla sınırlandırılması mümkün olmayan hükümler vardır. Bunları görünen halleriyle uygulamak da zordur ve çok farklı tartışmalara yol açabilir. Neticede sıhhatli bir hükme de varılamaz. İşte Rasûlullah (s.a.v) yaptığı açıklamalarla bu buyruklara bir sınır getirmişlerdir. Buna “Mutlakın takyîdi” denilir. Meselâ âyet-i kerimede;
“Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza, Allah’tan bir ibret olarak ellerini kesin. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir”[22] buyrularak hırsızın elinin kesilmesi emredilmiştir. Fakat burada;

Sağ elin mi sol elin mi kesileceği,
Omuzdan mı, dirsekten mi, bilekten mi, el ayasından mı kesileceği söylenmemiştir. Yani kesme fiiline bir sınır getirilmemiştir.
Ayrıca el kesmek için ne kadar malın, nereden ve ne şekilde çalınması gerektiği de bildirilmemiştir.
İşte Allah Rasûlü (s.a.v) hadis-i şerifleriyle bu konulara açıklık getirmiş ve “sağ elin bilekten itibaren kesileceğini” haber vermişlerdir.[23]