Ebû Hüreyre (r.a) Kur’ân’ın rahmet ve bereketini şöyle ifade eder: “Bir ev, kendisinde Kur’ân-ı Kerîm okunduğu için ehline genişler, oraya melekler gelir, şeytanlar oradan kaçar ve o evin hayr u bereketi artar. Bir ev de, kendisinde Kur’ân-ı Kerîm okunmadığı için ehline daralır, oradan melekler uzaklaşır, şeytanlar oraya gelir ve o evin hayr u bereketi azalır.”[11] Ebû Mûsâ (r.a) da aynı minval üzere şöyle buyurur: “Bu Kur’ân sizin için ecir olur, zikir olur, nûr olur. Buna mukâbil bir de aleyhinize günah olur. Kur’ân’a tâbî olup peşinden gidin, ama sakın o sizin peşinizden gelmesin! Kim Kur’ân’ı tâkip ederse Kur’ân onu Cennet bahçelerine götürür. Kimi de Kur’ân tâkip ederse (yani o kimse Allah’ın hükümlerini yaşamazsa) Kur’ân-ı Kerîm o kimseyi ensesinden ittirerek Cehennem’e atar.”[12] Sâbit bin Aclân (r.a) şöyle buyurur: “Allah Teâlâ, Yeryüzü ehline (günahkârlara) azab etmek ister. Ama çocuklara hikmet (Kur’ân) öğretilme seslerini işitince onlardan bu azâbı uzaklaştırır.”[13] Allah Rasûlü (s.a.v) Kur’ân’ın âhiretteki bereketine dâir şöyle buyurmuşlardır: “Kıyamet günü Kur’ân gelip, (onunla hemhâl olan kişi için) şöyle der: «–Yâ Rabbî, onu süsle!» Bunun üzerine ona kerâmet[14] tâcı giydirilir. Kur’ân: «–Yâ Rabbî, ona daha fazlasını ihsân eyle!» der. Kur’ân’ı okuyup yaşayan kişiye bu sefer kerâmet elbisesi giydirilir. Kur’ân: «–Yâ Rabbî, ondan râzı ol!» der. Allah Teâlâ da Kur’ân ehli kişiden râzı olur ve ona: «–Oku ve yüksel!» denir. Okuduğu her âyetle hasenesi artırılır.”[15] Kur’ân’a hizmetin bereketini gösteren bir rüyâyı büyük âlimlerimizden İbnü’l-Cevzî (v. 597) Sıfatü’sSafve isimli eserinde şöyle nakleder: Süleym bin Îsâ şöyle anlatır: “Yedi kıraat imamından biri olan Hamza bin Habîb ez-Zeyyât’ı ziyârete gittim. Bir de baktım ki secdeler ediyor, yüzünü toprağa sürerek ağlıyordu. Büyük bir endişeye kapıldım ve korku içinde: “–Allah’a sığınırım, Allah seni korusun! Bu hâlin nedir?” dedim. İmâm Hamza (r.a): “–Niçin endişeleniyor, Allah’a sığınıyorsun?” dedi ve içinde bulunduğu hâlin sebebini şöyle anlattı: “Bu gece rüyamda sanki kıyamet kopmuş, bütün insanlar toplanmıştı. Onların içinden Kur’ân okuyanları huzûr-i ilâhîye çağırdılar. Bu dâvete icabet edenler arasında ben de vardım. Gâipten gelen son derece tatlı bir ses: “–Huzura Kur’ân’la amel edenlerden başkası girmesin!” diyordu. Ben kendimi oraya lâyık görmeyerek geri geri gitmeye başladım. Aynı ses: “Hamza bin Habîb de gelsin!” diye ismimle çağırdı. Ben de: “Ey Allah’ın dâvetçisi emret, buradayım!” dedim. Hemen bir melek önüme çıkarak: “O sesin sahibi Cenab-ı Hak’tır, bu sebeple «Emret ey Rabbim!» diye cevap ver!” diyerek beni îkāz etti. Ben de hemen: “Emret ey Rabbim” dedim. Beni Kur’ân sadâlarıyla dolup taşan son derece güzel bir saraya aldılar. Bütün vücûdum titremeye başladı. Gâipten bir ses bana: “Korkmana gerek yok. Şuraya çık ve oku!” buyurdu. Bir de baktım, beyaz inciden yapılmış bir minberin önündeyim. Minberin iki kenarı sarı yâkutlarla süslenmişti. Basamakları da yeşil zebercedden yapılmıştı. O ses bana tekrar: “İşte buraya çık ve oku!” buyurdu. Ben minbere çıktım. Yine o tatlı ses: “Enʻâm Sûresi’ni oku!” buyurdu. Ben kime okuduğumu bilmeden okumaya başladım. Altmış âyet okudum. “O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir”[16] âyetine gelince o tatlı ses bana: “–Ey Hamza, ben kullarım üzerinde yegâne kudret ve tasarruf sâhibi değil miyim?” buyurdu. Ben: “Evet, öylesin ey Rabbim!” dedim. Cenâb-ı Hak: “–Doğru söyledin, okumaya devam et!” buyurdu. Ben sûrenin tamamını okudum. “Devâm et!” buyurdu. Aʻrâf Sûresi’ne başladım ve tamâmını okudum. Secde âyeti olan son âyeti okuyunca tilavet secdesi yapmak üzere eğildim. Cenâb-ı Hak: “–Dünyada yaptığın secdelerin yeter ey Hamza! Şimdi secde yapmana gerek yok. Zira burası ibadet yeri değil, mükâfat yeridir!” buyurdu. Devamla: “–Sana bu kırâatı kim öğretti?” buyurdu. Ben: “–Hocam Süleyman” dedim. “–Süleyman’ı kim okuttu?” buyurdu. “–Hocası Yahyâ” dedim. “–Yahyâ vazifesini doğru yaptı. O kimin huzurunda okudu?” buyurdu. “–Ebû Abdurrahman es-Sülemî’ye okudu” dedim. “–Ebû Abdurrahman es-Sülemî vazifesini doğru yaptı” buyurdu. Sonra: “Pekiyi Ebû Abdurrahman esSülemî’yi kim okuttu?” buyurdu. “–Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in amcasının oğlu Ali okuttu” dedim. “–Ali de vazifesini doğru yaptı” buyurdu. “–Pekiyi Ali’yi kim okuttu?” buyurdu. “–Rasûlün Muhammed (s.a.v)” dedim. “–Rasûlümü kim okuttu?” buyurdu. “–Cibril (a.s)” dedim. “–Cibrîl’i kim okuttu?” buyurdu. Bunun üzerine ben Cenâb-ı Hakk’ın heybetinden konuşamaz oldum. Cenâb-ı Hak: “–Ey Hamza, «Sen okuttun!» de!” buyurdu. Ben de: “–«Sen» demeye cesaret edemiyorum ey Rabbim!” dedim. “–Bana «Sen» diye hitâb et!” buyurdu. Ben de: “–Sen okuttun ey Rabbim!” dedim. “

–Doğru söyledin” buyurdu. Sonra: “–Ey Hamza, Kur’ân hakkı için bütün Kur’ân ehline ikramda bulunacağım, onların şereflerini yücelteceğim. Bilhassa da Kur’ân’la amel edenlere akla hayale gelmeyen ikram ve ihsanlarda bulunacağım. Ey Hamza, Kur’ân benim kelâmımdır. Ben kimseyi Kur’ân ehlini sevdiğim kadar sevmedim. Yaklaş ey Hamza!” buyurdu. Ben de yaklaştım. Bana en değerli Cennet kokusundan bolca sürdükten sonra buyurdu ki: “

–Bunu yalnız sana yapmıyorum. Aynı ikrâmı senden önceki benzerlerine de yaptım, senden sonrakilere de yapacağım. Kur’ân’ı benim okuttuğum gibi okutup, bundan maksadı da sadece benim rızâmı kazanmak olan herkese büyük nimetler lütfedeceğim. Bu, sana hazırladığım ikramın görünen kısmı. Görünmeyenleri daha fazla. Arkadaşlarına benim Kur’ân ehlini ne kadar çok sevdiğimi haber ver. Onlara nasıl muâmele edeceğimi bildir. Çünkü onlar benim en seçkin kullarımdır. Ey Hamza, izzet ve celâlim hakkı için söylerim ki Kur’ân okuyan dile ateşle azâb etmem. Onu ezberleyen kalbe ateş değdirmem, onu dinleyen kulağa, ona bakan göze azâb etmem!” Ben: “

–Sübhâneke sübhânek! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim ey Rabbim! Buna nasıl ulaşılabilir acaba? (Arkadaşlarımın çoğu kurrâ hâfız olamaz!)” dedim. Cenâb-ı Hak: “–Ey Hamza, Kur’ân’ı yüzünden okuyanları neden hesaba katmıyorsun?” buyurdu. Ben: “

–Ey Rabbim, onlar Kur’ân hâfızları mı ki?” dedim. “–Hayır, lâkin ben onların Mushaf’tan okumalarını da kaydediyorum. Bana kavuştukları zaman okudukları her bir âyet mukabilinde onları Cennet’te bir derece yükselteceğim!” buyurdu.” Bu rüyâyı anlatan Hamza, Süleym bin Îsâ’ya dönüp: “Şimdi ağlayıp yüzümü toprağa sürdüğüm için beni hâlâ ayıplıyor ve buna şaşıyor musun?” dedi.[17] İmâm Hamza hicrî 156 senesinde vefat etti. Bir zât diğer kıraat imamı Kisâî’yi vefatından sonra rüyâda gördü. Yüzü ayın on dördü gibi parlıyordu. Ona: “–Cenâb-ı Hak sana nasıl muâmele etti?” diye sordu. O da: “–Allah Teâlâ beni Kur’ân’a hizmetlerim sebebiyle mağfiret eyledi” dedi. “

–Peki, İmam Hamza’ya nasıl muâmele etti?” diye sordu. İmam Kisâî: “–O İlliyyîn’dedir. Biz onu semânın ufkundaki parlak yıldız (el-Kevkebü’d-Dürrî) gibi görürüz!” cevabını verdi.[18] Çünkü İmâm Hamza ibadete düşkün, huşû sahibi, zâhid, şüpheli şeylerden kaçınan (verâ sahibi), Allah’a itaatkâr ve takvâ sahibi bir insandı. Kur’ân ilimlerini ve tefsirini çok iyi bilirdi, aynı zamanda hadis hâfızıydı. Ferâiz ilmini ve Arapçayı da çok iyi bilirdi.[19] Hiçbir şeref yoktur ki Kur’ân ona giden bir yol olmasın! Hiçbir hayır ve bereket olmasın ki Kur’ân’ın âyetlerinde ona bir delil bulunmasın! Kur’ân; dünyada arkadaş, kabirde dost, Sırât’ta nûr, Cennet’te refîk, Cehennem’e karşı perde ve hayırlara rehberdir. Kur’ân, dünyanın ve âhiretin zînetidir.