HİNDİSTAN SEFERİ

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri kısa zamanda hazırlıklarını tamamladı ve Dehlevî Hazretlerinin mürîdi ile yola koyuldu. Bütün varlığını kaplayan, üstâdına kavuşma iştiyâkıyla dağları ve ovaları aşmaya başladı. Uğradığı her şehirde ilmi ve rûhâniyetiyle derin tesirler bırakıyor ve ayrılırken şehrin âlimleri, vâlisi, kumandanları ve halkı tarafından büyük bir hayranlık ve alâka ile uğurlanıyordu. Bu arada Lahor şehrine bağlı bir kasabada Mazhar Cân-ı Cânân Hazretleri’nin halîfelerinden Allâme Mevlânâ Senâullâh’ı ziyâret etti. Kendisi burada başından geçenleri şöyle anlatır:

“Bu kasabada bir gece kaldım. Rüyada Abdullah Dehlevî Hazretlerinin beni kuvvetle kendine doğru çektiğini gördüm. Hayretler içinde uyandım ve Mevlânâ Senâullâh’ın huzûruna gittim. Ben daha bir şey söylemeden:

«–Kardeşimiz ve seyyidimiz olan Abdullah Dehlevî’nin huzûr ve hizmetlerini câna minnet bilmeli! Ey Hâlid! Onun huzûrunda ve hizmetinde bulunmak, sana vaad olunan nîmetlere kavuşman için yegâne vesîledir. Bu vesîleye sımsıkı sarıl! İhlâs ve teslîmiyet düstûrunu bir an bile unutma!» dedi.

Bunun üzerine derhâl oradan ayrılarak Delhi’ye doğru yola çıktım. Yemin ederim ki üstâdımın huzûruna varmadan kırk gün evvel, onun lâtîf mânevî esintileri ve işaretleri bana gelmeye başladı. Hattâ muhterem üstâdım, benim yolda olup feyz menbaı eşiğine gelmekte olduğumu, dostlarından bâzılarına haber vermiş.”[5]

PİR DEHLEVİ’NİN HUZURUNDA

Mevlânâ Hâlid Hazretleri, bir sene süren yolculuktan sonra Delhi’ye (Cihânâbâd’a) vardı. Yol için yanına aldığı bütün eşyâyı fakirlere infâk etti. Kendi kendine:

“Ey Hâlid, bütün ömrün liderlikle geçti. Biraz da kendini o Şâh’a hizmet eden köle yap!”[6] diyerek hemen Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin huzûruna koştu. Üstâdından Nakşibendiyye yolunun bütün esaslarını, büyük bir dikkat ve iştiyakla alıp hayatına tatbik etmeye başladı. İlmî derecesini bir tarafa bırakarak mütevâzı bir şekilde üstâdının hizmetinde mânen mesâfe katetmeye gayret ediyordu. Dergâhın hizmetlerine koşuyor, temizlik yapıyor, dervişler için abdest suyu hazırlıyor, bunun dışında kalan vakitlerde de hep zikir, murâkabe ve mücâhedeyle meşgul oluyordu. İhvân; sohbet ve zikir için toplandığında, Mevlânâ Hâlid en arka safta, ayakkabıların yanına otururdu. Hizmet ve sohbet hâricinde ise insanlara karışmazdı. Hücresinin kapısını kapatıp zikir ve ibadetle meşgul olurdu.

Abdullah Dehlevî Hazretlerinin ileri gelen talebelerinden Şeyh Ahmed Saîd şöyle buyurur:

“–Mevlânâ Hâlid’in hücresi, üstâdımızın huzûruna geldiği günden memleketine döndüğü âna kadar hep kapalı dururdu. O, zaruret olmadan dışarı çıkmazdı. Derûnundaki sırrî bir âlemde yaşıyordu. Bu rûhânî hâller neticesinde çok yüksek mertebelere nâil oldu. Hakk’a vâsıl olmak isteyen müridlerin de böyle olmaları lâzımdır.”[7]

Bu esnâda senelerden beri ilmini, kâbiliyetlerini işiten Delhi âlimleri ve şeyhleri, Mevlânâ Hâlid Hazretleri ile görüşmek üzere geliyorlardı. Ancak o öyle bir yalnızlık içine gömülmüş, kendi ruh deryâsına dalmış vaziyette idi ki, onlara:

“–Fakir, buraya geliş maksadıma ulaşmadan hiçbir şeyle meşgul olamam! Beni mâzur görün!” diye haber gönderiyordu.

“Dışarıdan gelen misafirlere «hoş geldin»e gidilir.” nezâketine uyarak Hindistan’ın büyük velîsi Şah Abdülaziz Hazretleri de ziyaretine gelmişti. Yanındaki mürîdi, Mevlânâ Hâlid’e:

“–Hindistan’ın üstâdı sizinle görüşmek istiyor!” dediğinde Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de aynı nezâketle:

“–Kendisine selâm söyleyiniz, maksadıma ulaştıktan sonra bizzat ben onun ziyaretlerine geleceğim!” diye cevap verdi.[8]

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri bir gün helâ taşlarını temizleme işinde bir hayli yorulmuştu. Nefsi, bir an onu zayıf bulup gönlüne birtakım vesveseler vermeye başladı:

“–Ey Bağdat ve Şam diyarlarının eşsiz ilim deryâsı! Ey ağniyâ ikliminin Mevlânâ Hâlid’i! Deli mi, velî mi olduğu belirsiz bir kişinin sözüyle kalktın, nice yollar aşarak tâ buralara kadar geldin. Hani aradığını buldun mu? Baksana ortada ne tâlim terbiye var, ne seyr u sülûk! Aylardır gece gündüz sana helâ temizletmekten başka ne yaptılar? Bu muydu senin aradığın ledünnî ilim?..”

Bu tehlikeli iğvâ karşısında şiddetle irkilen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, nefsinin, önüne çekmek istediği gaflet perdesini, ihlâs, samimiyet ve teslîmiyet sâikasıyla derhâl parçalayarak:

“–Ey nefsim! Şayet mübârek hocamın verdiği şu şerefli vazifeyi minnet bilmeyip bir nefes bile ondan imtinâ edecek olursan, sana yerleri süpürge ile değil, sakalımla süpürtürüm!..” dedi.

Onun bu hâlini Abdullah Dehlevî Hazretleri, uzaktan tebessümle seyrediyordu. Bu hâdiseyle birlikte nefsinin son hamlelerini de mağlûb eden Mevlânâ Hâlid’in kovasını ve süpürgesini artık meleklerin taşımaya başladığını gördü. Ayrıca o âna kadar su taşımaktan yara içinde kalmış olan omuzlarından semâya doğru uzanan bir nur parıldamaya başlamıştı. Buna son derece memnun olan Hazret-i Pîr, bu müstesnâ talebesini yanına çağırdı:

“–Oğlum Hâlid! İlimde eşsiz bir mertebeye ulaşmıştın. Ancak onu mâneviyatla tezyîn etmen gerekliydi. Bunun için de nefs terbiyesi ve kalp tasfiyesine ihtiyacın zarurî idi. Yoksa nefsin seni gurur ve kibir bataklığına sürükleyip helâk edecekti. El-hamdü lillâh ki, şu an nefsini ayaklar altına alarak kemâlâtın zirvesine tırmandın. Artık işini melekler görür oldu.

Evlâdım! Kendilerine intisab etmiş olduğumuz seyyidlerimiz, şerîat, tarîkat, hakîkat ve mârifete ermiş kimselerdir. Şimdi sen, bir müceddid olarak onların bir halkası oldun. Artık bütün iklimlerin irşâdı seni bekliyor! Allah Teâlâ himmetini âlî eylesin!”[9]

Abdullah Dehlevî Hazretleri, hizmet, mücâhede ve çetin riyâzetlerle vazifelendirdiği bu büyük talebesi ile bundan sonra sık sık halvet oldu. Husûsî ve derûnî dersler okuttu.

Daha beş ay geçmeden üstâdı Abdullah Dehlevî Hazretleri ona huzur ve müşâhede ehlinden olduğunu müjdeledi. Mevlânâ Hâlid g, üstâdının gözbebeği hâline geldi. Basit hizmetleri dahî büyük bir tevâzû ile îfâ ederek nefsini iyice küçük düşürüyor, ağır riyâzetlerle nefsinin arzularını kırmaya gayret ediyordu. On ay sonra zamanının bir tânesi ve Hak dostlarının numûne-i imtisâli hâline geldi.

Nihâyetinde üstâdı ona, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çiştiyye tarîkatlerinde tam ve mutlak icâzet verdi.