Ruslara karşı yirmi dört sene şan ve şerefle harp eden Kafkas cengâveri İmâm Şâmil de, bu silsilenin berekâtındandır. Şunu bilhassa ifâde etmek gerekir ki, daha böyle nice mücâhid serdarlar yetiştiren tasavvuf, bâzı gâfillerin iddiâ ettikleri gibi kendini toplumdan tecrid edip bir kenara çekilmek değil, zâhirî ve bâtınî cihâdı müştereken yürüten ulvî bir dinamizmdir.
TASAVVUFU ŞER’Î ÇİZGİLERE OTURTTU
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin, tasavvuf yolundaki tesiri ve nüfûzu çok büyüktür. Öyle ki, Nakşîlik yolu, kendisinden sonra âdeta Hâlidîlik olmuş ve bu kol, Osmanlı coğrafyasının en yaygın tasavvuf mektebi hâline gelmiştir.
Zira Mevlânâ Hâlid Hazretleri, şer’î ve mânevî ilimlere âdeta asr-ı saâdet neşvesi kazandırmıştır. O devirde bâtıl îtikadların tehlikesine karşı dîn-i mübîni ve tasavvufî hayatı öz mâhiyetiyle müdâfaa etmiştir. Bütün ömrünü “…Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin!..”[19] yani “kendi görüş ve ölçülerinizi Kitap ve Sünnet’ten öncelikli görme gaflet ve cür’etinden sakının!” düstûruna riâyetle yaşayan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, şer’î hususlarda aslâ tâviz vermemiştir. Nefsâniyete meyleden, Sünnet-i Seniyye’den ayrılan, bid’atlere dalan kimseleri îkâz etmiş, onları ıslah edinceye kadar ısrarla buna devam etmiştir.
Onun yüksek gayretlerinin bereketiyle Bağdat, “mecmau’l-bahreyn”, yani “maddî ve mânevî iki deryânın birleştiği” bir mekân oldu. Yani onun sâyesinde şer’î ve tasavvufî ilimlerin birbirine zıt olmadığı, bilâkis birbirini tamamlayıcı mâhiyette olup halkı kemâle erdirdiği bir kez daha ortaya çıktı. Şerîat, tarîkat ve hakîkat nurları aynı anda bir dolunay gibi gönüllere doğar oldu.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Şam’a hicret ettiğinde, o mübârek beldeler de canlandı. Oraları istîlâ eden bid’atler, Hazret’in fedâkâr gayretleriyle en asgarî seviyeye indi.[20]
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri bir mektubunda şöyle buyurur:
“Tarîkat, mârifetullâh’a nâil olma yoludur. Allah Teâlâ’nın rızâsını ve Peygamber Efendimiz’e ittibâ hasletini kazandırır. Tarîkatin esasları; fırka-i nâciye olan Ehl-i Sünnet’in akāidine yapışmak, ruhsatlardan kaçınıp azîmetlerle amel etmek, devamlı Allah Teâlâ’ya yönelip dünyanın süs ve ziynetinden, hattâ Allâh’ın dışındaki her şeyden yüz çevirmek, hadîs-i şerîfte «ihsân» diye tâbir edilen, dâimâ Allâh’ın huzûrunda bulunduğunu idrâk etme melekesini kazanmaktır. Hadîs-i şerîfte:
«İhsân, Allâh’ı görür gibi ibadet etmendir. Zira sen O’nu görmesen de, O seni görmektedir.» buyrulmuştur.[21] Yine bu yol, insanların arasında bulunurken dahî tek başına olduğun vakitlerdeki gibi Allah ile beraber olmak, dînî ilimlerin tahsil ve tâlîmi ile meşgul olmak, her mü’minin giydiği sâde kıyafetleri giymek, zikri gizlemek, nefesleri öyle bir muhâfaza etmek ki, bir nefesi bile Allah’tan gafil olarak alıp vermemek ve en yüce ahlâk sahibi olan Efendimiz’in ahlâkıyla ahlâklanmaktır.
Sözün özü, bu tarîkat, fazlası ve noksanı olmaksızın, tamamen sahâbe-i kirâmın şerefli yoludur. Yine o, Kitap ve Sünnet’in azîmetleri ile amel etmekten ibârettir.”[22]
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri diğer bir mektubunda da şöyle buyurur:
“Muhakkak ki bütün tarîkatlerde ve bilhassa yüce Nakşibendî tarîkatinde edeplerin en mühimleri; şerîate uymak, zorlukta ve darlıkta bütün gücüyle sabretmek, bollukta ve rahatlıkta bütün varlığıyla şükretmek, Sünnet-i Seniyye’yi ihyâ etmek, çirkin bid’atlerden uzaklaşmak, kırık bir gönülle Allah Teâlâ’ya yalvarmaya devam etmek, kalbe gelen lüzumsuz düşünceleri (havâtır) -âhiretle alâkalı bile olsa- defetmek için gece gündüz durmadan çalışmaktır. Tâ ki mânevî uyanıklık ve zikir, kalpte meleke hâline gelsin; kalp dâimâ Allâh’ı görüyormuş gibi olsun ve kalbin dünya ve âhirette, hakîkî Mahbûb’dan başka bir şeyle alâkası kalmasın… Yüksek bir «hayret» hâlini dâimî zikir ve uyanıklık hâliyle mezcediniz! Bütün işlerinizde tamamıyla Allah Teâlâ’ya teslîmiyet gösteriniz!..
Gücünüzün yettiği kadar azîmetlerle amel ediniz! Bir şeyin tamamı elde edilemiyor diye, bütünüyle terk edilmesi gerekmez. Hak dostlarının çok kıymetli sözlerinden biri şöyledir:
«Allâh’a giden yollar, Resûlullah Efendimiz’in izini adım adım takip edenlerden başkasına kapalıdır.»
Asıl iş; benliği yok etmek, çok gayret göstermek, ahde vefâ ve mevcuda kanaat etmektir.”[23]
Zamanın büyük âlimlerinden Muhammed Emin Süveydî, es-Sehmü’s-Sâib isimli eserinde şöyle der:
“Mevlânâ Hâlid Hazretleri Kitap ve Sünnet ile amel etmeye çağırır, kendi amellerini de bu ikisiyle mîzân ederdi. Kalbine gelen ilham ve keşifleri, iki âdil şâhid, yani Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’den delil bulmadan kabûl etmezdi. Bir gün bana:
«–Biz Nakşîbendîlere göre şer’î hükümler hususunda ilhâma îtibâr edilmez. Zira ilhamla amel etmek câiz değildir.» buyurmuştu. Ben:
«–Efendim, kelâm ve usûl âlimleri, Kitap ve Sünnet’e muvâfık olduğunda ilhâma îtibâr edileceğini söylüyorlar.» dedim. Bana:
«–İlham, Kitap ve Sünnet’e uygun olursa, o zaman zâten ilhâmın muktezâsıyla değil, Kitap ve Sünnet’in işaret ettiği şeyle amel edilmiş olunur!» buyurdu.
Bu ifâdeden bile Mevlânâ Hâlid Hazretleri’nin dînî mevzularda ne kadar tahkik ehli olduğu, Kur’ân ve Sünnet’e tam bir itaat hâlinde bulunduğu açıkça anlaşılmaktadır.”[24]
İmâm Âlûsî, Nüzhetü’l-Elbâb isimli eserinde hocası Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri hakkında şöyle der:
“…Fazîletlerle dolu bir gençlik yaşamış ve İslâm’ın güzelliklerini etrâfına tevzî etmiştir. Ehl-i Sünnet vel-Cemaat yolunda yürüme hususunda gâyet azimlidir. Bir ânını bile boş geçirmez, ya ilmî bir meseleyi halletmekle veya ibadetle meşgul olur. Zâhiri, davranışları ve ahlâkı çok güzeldir. Kalbi feyizli, gönül âlemi nurludur…
Sözün kısası, asrımızda hiç kimse onun kadar, bütün fazîletleri kendinde toplayamamıştır. Ben onun benzerini görmedim…”[25]
Hanefî fıkıh âlimlerinden İbn-i Âbidîn de üstâdı Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinden şöyle bahseder:
“…Dünyaya ve ehline meyletmezdi. Dâimâ Allâh’a yönelirdi. Farz ve nâfile türünden muhtelif ibadetlerle kendini Allâh’a verirdi. Devlet erkânının yanına gidip gelmezdi. İyiliği tavsiye, kötülükten nehyetme ve ilâhî ahkâmı tebliğ hususunda hiç kimseye tâviz vermezdi. Kınayanların kınaması kendisini Allah yolunda yürümekten alıkoymazdı. Sözü tesirli, ahlâkı çok güzeldi. Devamlı azîmetlerle amel ederdi…”[26]