Günlük hayattaki meşgûliyetlere fazlaca kendimizi kaptırarak İslâm’ın hükümlerini hayatımıza geçirmekte zaman zaman zorlanabiliyoruz. İbadetsiz bir hayat, açıkçası daha kolay ve rahat geliyor. İbadet hayatımızda bilhassa “namaz”ımızı nasıl düzenli hâle getirebiliriz?
İslâm bir bütündür ve hayatın tamamını tanzim eder. Bu sebeple kulluk vazifelerinin bir kısmını yapıp bir kısmını ihmâl ederek, kişi Rabbine yakınlık kazanamaz, ebedî saâdete nâil olamaz.
Bugün maalesef âhiretin unutulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Nice insan, bazen bir rızık endişesi, bazen makam-mevkî meşgalesi, kimi zaman da servet, şehvet ve şöhret gibi nefsânî arzu ve ihtiraslara esir olarak bu dünyaya gönderiliş gayesi olan “kulluk” vazifelerini ihmâl ediyor.
Çok kısa bir vakit misafir olacağı dünya konağını îmar etmek için var gücüyle gayret ederken, ebedî olan âhiret yurdu için hiçbir faaliyet ortaya koymuyor. Bütün meşgalesi, daha rahat bir hayat, daha yüksek bir konfor için… Hâlbuki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 1)
Tabi bu demek değildir ki, insan dünyayı bir kenara bıraksın da tamamen âhirete yönelsin. Çünkü İslâm bizden, tamamen âhirete yönelip dünyayı terk etmemizi istemediği gibi, tamamen dünyaya yönelip âhireti unutmamızı da istemiyor. Hayatı bir denge ve nizam içerisinde devam ettirmemizi arzu ediyor.
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:
“Allâh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et…” (el-Kasas, 77)
Biz bu dünyaya kulluk tahsilinde bulunmaya geldik. Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;
“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır…” (el-Mülk, 2) buyuruyor.
Yani hepimiz bu fânî cihan mektebinin talebeleriyiz. Son nefesimize kadar bir karne dolduruyoruz. Âhirette o karne elimize verilecek. Bütün yakınlarımızın, sevdiklerimizin gözü önünde alacağız o karneyi. Dünyada bir imtihandan kötü not aldığımızda üzülüyoruz. Karnemizi kimsenin görmesini istemiyoruz. Fakat imtihandan yüksek not almışsak, yediden yetmişe herkesin karnemizi görmesini arzu ediyoruz. Âhirette de öyle olacak.
Âyet-i kerîmede bu manzara şöyle bildiriliyor:
“Kitabı sağ tarafından verilen (büyük bir sevinç içerisinde); «Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum.» der.” (el-Hâkka, 19-20)
MÜ’MİNİN EN MÜHİM KULLUK VAZİFESİ
Namaz da kulluk tahsilimizin en temel ve zorunlu derslerinden biri… Rabbimiz namaza çok ehemmiyet göstermemizi arzu ediyor. Onun farz olduğunu bildirmek üzere bir kere emretmesi bile kâfî iken, ehemmiyetine binâen Kur’ân-ı Kerîm’de 99 yerde “namaz”dan bahsediyor.
Dolayısıyla namaz; mü’minin en mühim kulluk vazifesi. Müʼmin, namazı âdeta hayatının mihveri kılmalı, hayatını namazla düzene koymalıdır.
Nitekim Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın derdi de buydu. O Cenâb-ı Hakk’a şöyle ilticâ ediyordu:
“Ey Rabbim! Beni ve zürriyetimden gelecekleri, namazı devamlı kılanlardan eyle! Ey Rabbimiz, duâmı kabul buyur!” (İbrahim, 40)
Demek ki kendisinin ve neslinin takvâ üzere namaz kılanlardan olabilmesi, peygamberlerin dahî gündemini en çok meşgul eden meselelerden biri. Allah’tan gâfil kalmamak, bilâkis secdelerle O’na yaklaşabilmek, bunun için de gönlümüzü namaz sevgisiyle doldurması için Cenâb-ı Hakk’a yalvarmak, gerçek bir îmânın gereği.
NAMAZIN BİZİM GÖZÜMÜZDEKİ, GÖNLÜMÜZDEKİ YERİ NEDİR? NAMAZ BİZİM İÇİN NE İFADE EDİYOR?
Peki, şimdi biz bütün samimiyetimizle kendimizi hesaba çekelim:
Namazın bizim gözümüzdeki / gönlümüzdeki yeri nedir? Namaz bizim için ne ifade ediyor?
Meselâ ezân-ı Muhammedî okunurken;
“Hamd olsun Rabbime, bu âciz kuluna bir vakit daha hayat nîmeti ihsân ederek tekrar huzûruna kabul buyurdu.” diye minnet ve şükranla mı karşılıyoruz bu müstesnâ daveti? Yoksa o ilâhî daveti duymazdan gelerek ve sanki ilâhî huzurdan beklenmiyormuşuz gibi yaparak dünyevî menfaatlerimizin peşinde koşmaya devam mı ediyoruz?
Yine günde beş vakit namazla, ilâhî huzûra davet edilmenin târifsiz lezzetini tadarak, bütün fânî hazlardan sıyrılıp âdeta mîrâc ikliminde bir vuslat mı yaşıyoruz? Yoksa namazı günlük meşgaleler içinde vakti geldiğinde hızlıca aradan çıkarılması gereken basit bir vazife olarak mı görüyoruz?
Unutmayalım ki biz namaza ne kadar değer veriyorsak, Rabbimiz’in indinde de o kadar değerliyiz demektir.
İbadetler rûha huzur verir, gönle ağırlık vermez. Ancak günahlar kalpleri harap ettiğinde ibadetler de ağır gelmeye başlar.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin;
“Bir eve Ayʼın ışığı, penceresi kadar düşer.” buyurduğu gibi; îman güneşinin nûru da, bizim gönül penceremizin büyüklüğü ölçüsünde kalbimize girer. Şayet gönül penceremiz küçükse, kalbimiz îmansızlık karanlığından kurtulamaz. Denilmiştir ki; seni namaza, câmiye götürmeyen bir îman, Cennet’e nasıl götürsün?!.
Dolayısıyla namazı düzenli olarak kılmak hususunda gayret edeceğiz, namazı bizlere sevdirip hakîkatine erdirmesi için de Cenâb-ı Hakkʼa ilticâ edeceğiz. Çünkü namaz, kulluğun tescili demek olan zarurî bir ibadet.
Namaz, geçici olarak bulunduğumuz dünya hayatından, esas hayat olan âhirete mânevî bir yolculuk. Günde beş vakit, Cenâb-ı Hakk’a itaat, teslîmiyet, vefâ, sadâkat ve kulluğunu arz etmek. Kulun bir nevî gurbet diyarı olan dünyada iken ilâhî vuslattan hisse alması kabîlinden bir rûhî disiplin.
Namaz, gönlümüzdeki îmânın, Cenâb-ı Hak huzûrundaki edebimizin seviyesini gösteren bir ibadet.
Dolayısıyla namaz, mü’minin en öncelikli ve en hayâtî vazifesi.
Âyet-i kerîmede, Cehennemliklerin kendi vasıflarını zikrederken şöyle dedikleri haber veriliyor;
“Biz namaz kılanlardan değildik!” (el-Müddessir, 43)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, hesap gününde ibadetlerden ilk sorulacak suâlin “namaz” hakkında olacağını, eğer kul, namazlarını Allâh’ın istediği şekilde edâ etmişse kurtuluşa ereceğini, aksi hâlde hüsrâna uğrayacağını bildiriyor.[1]
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son nefeslerini verirken de üç defa; “Namaz hususunda Allah’tan korkunuz!” buyurmuştur. Ardından bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra yine “Namaz, namaz!..” diye tekrarlayarak muazzez rûhunu Rabbine teslîm etmiştir.[2]
Bir müslüman için ibadetsiz bir dîn ve îman olamaz…
Sakîf Kabîlesiʼnin temsilcileri namazdan muaf tutulmak şartıyla îman edip itaat edeceklerini bildirdiler. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu tekliflerini;
“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” diyerek reddetti. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)
Misver bin Mahreme -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- hançerlendiğinde, zaman zaman baygınlık geçiriyordu. Bir keresinde yanına girdim, üstüne bir örtü örtmüşler, kendinden geçmiş vaziyette yatıyordu. Yanındakilere:
«–Durumu nasıl?» diye sordum.
«–Gördüğün gibi baygın.» dediler.
«–Namaza çağırdınız mı? Eğer hayattaysa onu namazdan başka hiçbir şey korkutup uyandıramaz.» dedim. Bunun üzerine: