Hicret hâdisesinden çıkarılan bir başka hüküm ise, Müslümanların ülkeleri ve memleketleri her ne kadar ayrı olsa bile, diğer Müslümanlara mümkün olduğu müddetçe yardım etmelerinin farz olmasıdır. İslâm âlimleri, Müslümanların yeryüzünde herhangi bir yerde zulüm gören, esir olan veya ezilen mü’min kardeşlerine yardım etmeye muktedir olup da yardım etmedikleri takdirde, büyük bir günâha girecekleri husûsunda icmâ etmişlerdir.
Varlık Nûru, Hicret’e büyük ehemmiyet atfetmiş, Mekke’nin fethine kadar bütün Müslümanların Medîne’ye hicret etmesini istemiştir. Çünkü Medîne dışındaki yerler küfür diyârı idi ve Müslümanların o diyarlarda inançlarını öğrenip yaşamaları çok zordu.
MÜŞRİKLERİN SUİKAST PLANI
Mekke’nin gün geçtikçe boşaldığını gören müşrikler, yavaş yavaş işin kendileri açısından vehâmetini kavramaya başladılar. Hemen bir fesat ocağı olan Dâru’n-Nedve’de toplandılar. Toplantıya Necidli olduğunu söyleyen bir ihtiyar da katılmıştı. Bu ihtiyar, insan sûretine girmiş şeytandan başkası değildi.
Ne yapacaklarını uzun uzun tartıştılar. Peygamber Efendimiz’i yakalayıp hapsetmek veya Mekke’den sürüp çıkarmak gibi birçok teklifler ileri sürüldü. Tekliflerin hepsine şeytan karşı çıktı. Sonunda en rezil bir kararda fikir birliğine vardılar:
Allâh Resûlü’nü öldürmek!..
Bu teklifi, devrinin Firavun’u olan Ebû Cehil şöyle dile getirmişti:
“–Her kabîleden birer silâhlı genç bulalım. Gençlerin hepsi O’na bir anda saldırsınlar. Hep birlikte vurup öldürsünler. Böylece O’ndan kurtulalım, rahata kavuşalım! Delikanlılar bu şekilde yapınca, O’nun kanı bütün kabîlelere dağılmış olur! Abdi Menaf Oğulları ise, bütün kabîlelerle savaşmaya güç yetiremezler, diyet almaya râzı olurlar. Biz de, Abdi Menaf Oğulları’na O’nun diyetini öderiz!” dedi.
Necidli bir ihtiyar kılığındaki şeytan:
“−İşte en yerinde söz, bu adamın sözüdür! Bundan daha mâkul bir teklif olamaz!” dedi. (İbn-i Hişâm, II, 93-95)
Bu karar alındığı sırada Allâh Resûlü, Mekke’de âdeta yapayalnız kalmıştı. O, ümmetine düşkün bir Peygamber olarak önce onları göndermiş, kendisi de Muhâcirler’in gerisini kollamak gibi bir hareketi tercîh etmişti. Zâten murâd-ı ilâhî de böyleydi. Hattâ mukaddes yolculukta biricik yoldaşı olacak olan Hz. Ebûbekir, hicret için kendisinden izin istediğinde:
“–Sabret!” buyurmuş ve ilâve etmişti:
“–Belki Allâh sana hayırlı bir yol arkadaşı verir!” (İbn-i Hişâm, II, 92)
Buna çok sevinen Hz. Ebûbekir, hicrete hazırlık olmak üzere sekiz yüz dirheme satın aldığı iki deveyi, evinde dört ay îtinâ ile besledi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45)
Müşrikler, almış oldukları kararı tatbîk için harekete geçtiklerinde, Allâh Resûlü de hicret için emr-i ilâhîyi almıştı:
“(Resûlüm!) De ki: Ey Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla! Çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla! Bana katından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver!” (el-İsrâ, 80)
Bu âyet-i kerîmeden başka, Cebrâîl (a.s.) de müşriklerin kurdukları hîleleri Hz. Peygamber’e bildirmiş ve:
“–Bu gece yatağına yatmayacaksın!” demişti. (İbn-i Hişâm, II, 95)
Bunun üzerine Hz. Peygamber, gündüzün herkesin istirahat ettiği öğle sıcağında Hz. Ebûbekir’in yanına gidip hicret emrinin geldiğini bildirdi.
Hz. Ebûbekir sordu:
“–Berâber miyiz ey Allâh’ın Resûlü!”
Resûlullâh:
“–Evet, berâberiz!” buyurdular.
Hz. Ebûbekir bu cevaptan öyle memnûn ve mesrûr oldu ki, göz pınarlarından taşan sevinç damlaları, O’nun gönül âlemini en güzel bir şekilde aksettiriyordu.[2]
PEYGAMBERİMİZ HİCRET EDERKEN YATAĞINDA KİMİ BIRAKMIŞTIR?
Daha sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yi çağırarak hicreti haber verdi ve üzerinde bulunan emânetleri yerlerine teslîm etmesi için O’nu vekil bıraktı. Çünkü Mekke’de, kıymetli bir eşyâsı olup da, sıdkını ve emînliğini bildikleri için, onu Resûlullâh’a emânet etmeyen kimse yoktu.
Müşriklerin plânlarına tedbîr olarak da şöyle buyurdu:
“–Yâ Ali! Bu gece benim yatağımda sen yat! Şu hırkamı da üstüne ört; korkma! Sana hoşlanmayacağın bir şey isâbet etmeyecektir!” (İbn-i Hişâm, II, 95, 98)
Allâh Resûlü’nün, hırkasını Hz. Ali’nin üzerine örttürmesi, aynı zamanda eşyâ ile teberrüke bir misâl teşkil eder. Bunun benzeri misâller çoktur.
Nitekim Hz. Peygamber, Veysel Karânî’ye de hırkasını göndermiş ve:
“Bunu sırtına giysin, ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Feridüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 21)[3]
Burada dikkat çeken diğer bir husus da Hz. Ali’nin Resûlullâh’a olan teslîmiyetidir. Zâten sahâbe-i kirâm hazarâtı, Allâh Resûlü’nün emirlerine teslîmiyette aslâ tereddüt göstermezler, O’nun söz ve fiillerine tâbî olmakta kesinlikle ihmalkâr davranmazlardı. Hiçbir zaman neden ve niçin diye sormazlar, verilen emir ne ise derhâl onu yerine getirirlerdi. Sünnetlerinden hiçbirini terk etmemeye, hepsiyle istisnâsız amel etmeye gayret eder, O’nun yolunu terk ettiklerinde dalâlete düşeceklerini çok iyi bilir ve bundan korkarlardı. Ashâbın Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılığı, gölgenin sâhibine bağlılığı gibiydi.[4]
HZ. ALİ’NİN (R.A.) KIRDIĞI PUT
Hz. Ali (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Resûlullâh Mekke’den hicret edeceği zaman berâber Kâbe’ye gittik. Kâinâtın Efendisi bana:
«−Otur!» buyurdu.
Omzuma basıp Kâbe’ye çıkmak istedi. Birden gücüm kuvvetim gitti! Fahr-i Âlem Efendimiz benim kuvvetten düştüğümü görünce, hemen omzumdan indi. Kendisi yere çökerek:
«−Bas omuzlarıma!» buyurdu.
Omuzlarına bastım. Bana birden öyle bir güç kuvvet geldi ki, istesem semânın ufuklarına ulaşabileceğimi hissettim! Nihâyet, Beytullâh’ın üstüne çıktım. Orada tunçtan veya bakırdan bir put vardı. Resûlullâh bana:
«−Onu aşağı at ey Ali!» buyurdu.
Aşağı atar atmaz o, sırça bir çanak gibi kırılıverdi!
Hemen Kâbe’nin üzerinden indim. Herhangi bir kimse ile karşılaşmamak için hemen oradan uzaklaştık.” (Ahmed, I, 84; Hâkim, III, 6/4265)
PEYGAMBERİMİZİN HİCRET EDERKEN OKUDUĞU AYETLER
Hicret gecesi, Resûlullâh, daha hâne-i saâdetlerinden çıkmadan müşrikler evin etrâfını sarmışlardı. Fakat Allâh’a tevekkül ve teslîmiyeti sonsuz olan Hz. Peygamber’de hiçbir tereddüd, endişe ve telâş emâresi görülmüyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübârek ellerine bir avuç toprak alarak müşriklerin üzerine serpti ve Yâ-sîn Sûresi’nin şu âyet-i kerîmelerini okuyarak aralarından süzülüp geçti:
“Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelerine kadar dayanmıştır da burunları yukarı, gözleri aşağı somurtmaktadırlar. (Ayrıca) önlerinden ve arkalarından birer set çektik de onları sardık; artık göremezler!” (Yâ-sîn, 8-9)