Sonra, çok dolaşan ve yeryüzünün doğularına, batılarına kadar giderek oraları fetheden zâtı (Zülkarneyn’i) sorun? Bir de rûhu sorun?..”

Kureyşliler Allah Rasûlü’ne gelerek bunları sordular. Rasûlullah (s.a.v) de “inşâallah” demeyi unutarak:

“–Sorduklarınızın cevâbını size yarın vereceğim” buyurdular. Bunun üzerine Kureyşliler yanından ayrıldılar. Allah Rasûlü (s.a.v) on beş gün (bir rivâyete göre kırk gün) beklediler. Fakat bu zaman zarfında Allah Teâlâ kendisine bu konularla ilgili ne bir vahiy indirdi ne de Cebrâîl (a.s)’ı gönderdi. Nihâyet Mekkeliler:

“–Muhammed bize yarın cevap vereceğim diye vaadde bulundu. Bugün on beş gün oldu hâlâ sorduklarımızdan hiçbiri hakkında bize bilgi vermedi” demeye başladılar. Vahyin gelmemesi elbette Allah Rasûlü’nü çok üzüyor, Mekkelilerin bu konuşmaları onu bir hayli incitiyordu. Sonunda Cebrâîl (a.s) geldi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v):

“–Ey Cibrîl, o kadar geciktin ki senin hakkında (artık gelmeyeceksin diye) sû-i zanda bulundum ve aynı zamanda seni özledim!” buyurdular. Cebrâîl (a.s):

“–Ben seni daha çok özledim, fakat ben vazifeli bir memurum, gönderildiğimde inerim, gönderilmediğimde gelemem!” dedi. Cebrâîl (a.s), Allah Teâlâ’dan Kehf Sûresi’ni getirmişti. Bu sûrede inkârcıların sorduğu Ashâb-ı Kehf ile Zülkarneyn (a.s)’ın haberleri vardı. O esnâda bir de:

“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir ve size ancak az bir ilim verilmiştir”[13] âyeti nâzil oldu.[14]

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) Medine’ye ilk teşriflerinde on altı veya on yedi ay Beytü’l-Makdis’e doğru namaz kıldılar. Hâlbuki kıblenin Beytü’l-Harâm’a doğru olmasını arzu ediyorlardı.[15] Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), bu arzusunu ifâde etmek için uzun zamandır yüzünü semâya çevirip duruyor, ilâhî emri bekliyorlardı. Çünkü Kâbe, İbrahim (a.s)’ın kıblesiydi ve ona yönelmek Arapları îmâna daha fazla teşvik ederdi. Üstelik Araplar Kâbe ile iftihar ediyor, onu ziyaret ederek tavâf ediyorlardı. Bir de, Kâbe’ye dönmek sûretiyle, yahudîlere benzemekten ve onların muhtelif ithamlarından kurtulacaklardı.[16] Ancak kıble, on altı ya da on yedi ay gibi uzun bir süre bekledikten sonra, pek çok hikmete mebnî Kâbe istikâmetine çevrildi. Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

“Biz senin, yüzünü göğe doğru çevirdiğini elbette görüyoruz. İşte şimdi kesin olarak seni memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir; nerede olursanız olun yüzünüzü o yöne çevirin!” (el-Bakara 2/144)[17]

Benî Mustalık Gazvesi’nden dönerken münâfıklar Hz. Âişe Vâlidemiz’e nâmus iftirâsı attılar (İfk Hâdisesi). Daha sonra da bunu insanlar arasında yaymaya başladılar. Rasûlullah (s.a.v) hayatının en zor günlerini yaşıyordu. Zira âilesine, iffet ve nâmusuna iftirâ atılmıştı. Bu durum insanların zihnine şüphe sokacak ve onun tebliğ vazifesini yerine getirmesini güçleştirecekti. Allah Rasûlü (s.a.v) işin hakikatini bilmiyor, ne olduğunu öğrenmek için vahiy bekliyordu. Âilesiyle ilgili olarak, “Ben onun hakkında iyilikten başka bir duruma şâhid değilim!” buyuruyor ve bekliyordu. İşi tedkik ve tahkik ettikten ve ashâbıyla gerekli istişâreleri yaptıktan sonra, en nihâyet Hz. Âişe’ye:

“Bak Âişe! Senin hakkında şöyle şöyle bir söz işittim. Şayet mâsum isen Allah seni temize çıkaracaktır. Yok, eğer günâha teşebbüs ettiysen, Allah’tan af dile!” buyurdular. Bu, gaybı bilmeyen bir beşerin ifâdesidir. İşin hakikatini ancak Allah Teâlâ bildirdiğinde öğrenecektir. Tam bir ay böylesine zor günler geçirdiler. Nihâyetinde Nûr Sûresi’nin âyetleri nâzil oldu. Hz. Âişe vâlidemizin mâsumiyeti âyet-i kerimelerle haber verildi.[18] Rasûlullah (s.a.v), vahye müdâhalede bulunabilseydi en fazla bugünlerde ihtiyacı vardı. Ancak vahiy tamamen Allah’a âittir. O istediği zaman istediği şeyi vahyeder. Allah’ın rasûl olarak seçtiği insanların hangi şartlar altında olursa olsun Allah adına bir söz uydurmalarına imkân yoktur. Bu, aklen herkesin kavrayabileceği bir durum olmakla birlikte Cenâb-ı Hak insanların zihnindeki şüpheleri tamamen izâle etmek için bunu bir de Kur’ân’da haber vermiştir:

“Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni de olamazdınız.” (el-Hâkka 69/44-47)

Demek ki Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bütün sıkıntı, meşakkat ve iptilâlara rağmen tebliğ vazifesinde herhangi bir kusur göstermemiş, Allah’ın râzı olacağı şekilde vazifesini îfâ etmiştir. Diğer peygamberler de aynı şekilde sıdk ve emânetle vazifelerini îfâ etmişlerdir. Hayatlarında kitaplarına herhangi bir beşerî müdâhale olmamıştır. Önceki kitaplar hep peygamberlerin vefatından sonra tahrîf edilmiştir. İnananlar ve âlimler kitaplarına hakkıyla sahip çıkamamışlardır.

2.3. Zaman Zaman İtâb Âyetlerinin İnmesi

Rasûlullah (s.a.v) kendi içtihadına bırakılan meselelerde bazen ilâhî hükme uymayan hükümler verdiğinde veya kendisinden bir zelle zuhur ettiğinde derhal uyarılıyor ve düzeltiliyordu. Hatta zaman zaman azarlandığı bile oluyordu. Bugün Kur’ân-ı Kerîm’de bunun birkaç misalini hâlâ okumaktayız.

Meselâ Rasûlullah (s.a.v) bir gün Kureyş’in bazı ileri gelenlerine İslâm’ı anlatıyorlardı. Daha önce müslüman olan âmâ sahâbî Abdullah b. Ümmi Mektûm (r.a) yanına gelerek kendisini irşâd etmesini istedi. Fakat o esnada meşgul olduğu muhâtaplarını gücendirmek istemeyen Allah Rasûlü (s.a.v), onunla ilgilenemedi. Çünkü önde gelenlerden birinin müslüman olması kapıları açacak, ardından pek çok insanın iman etmesine sebep olabilecekti. İbn-i Ümmi Mektûm’un talebini ısrarla tekrarından dolayı da ona karşı yüzünü biraz ekşitti. Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:

“Suratını astı, yüzünü çevirdi. Çünkü ona gözü görmeyen biri gelmişti. Sen nereden bileceksin, belki o arınacaktı. Yahut o öğüt alacak da öğüt kendisine fayda verecekti. Sen ise kendini her şeyden müstağnî görenle ilgileniyorsun. Onun arınmamasından sen sorumlu değilsin! Ama gönlünde Allah korkusu taşıyarak koşup sana gelenle ilgilenmiyorsun!”[19] (Abese 80/1-10)[20]

Rasûlullah (s.a.v), amcası Ebû Tâlib için Allah’tan mağfiret dilemek isteyince:

(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akrabâ dahî olsalar, (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne Peygamber’e yaraşır ne de inananlara!”[21] âyeti nâzil oldu.[22]