Üç gündür Resûlullâh’ı arayan müşrikler, artık O’nu bulmaktan ümit kes­mişlerdi. Abdullâh’tan, müşriklerin ümîdinin tükendiğini haber alan Resûlullâh, dördüncü gün kılavuzun getirdiği develere binerek yola koyuldular. Ne de olsa bu yolculuk, doğup büyüdüğü topraklardan bir ayrılış olduğu için Allâh Resûlü’nün hüzünlenmesine sebep oldu. Çünkü O, Mekke-i Mükerremeʼyi çok seviyordu. Nitekim bir defâsında Hazvere bölgesinde durup Kâbe ve haremine yönelerek Mekke’ye hitâben şöyle buyurmuştu:

“Vallâhi sen, Allâh katında beldelerin en hayırlı ve en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım.” (Ahmed, IV, 305; Tirmizî, Menâkıb, 68/3925)

Yine bir defâsında Mekkeʼye hitâben:

“Ne güzel bir beldesin, bana ne kadar da sevimli geliyorsun. Şâyet kavmim beni senden çıkarmasaydı senden başka bir yeri yurt tutmaz, yuva kurmazdım.” buyurmuştu. (Tirmizî, Menâkıb, 68/3926)

Yüce Peygamber’in bu hüznüne, vahy-i ilâhî ile tesellî geldi:

“Sana Kur’ân’ı (okumayı, teblîğ etmeyi ve ona uymayı) farz kılan (Allâh) Sen’i döneceğin yere döndürecektir.” (el-Kasas, 85)

Bu ifâdeler, geri dönüşü müjdeliyor, aynı zamanda Mekke fethinin ilk alâmeti olarak Allâh Resûlü’nün gönlündeki kederi sürûra inkılâb ettiriyordu.

PEYGAMBER EFENDİMİZİN MEDİNE YOLCULUĞU

Mekke ile Medîne arası 400 küsur kilometrelik bir yoldur. O zamanlar deve yürüyüşüyle sekiz günde gidilebiliyordu. Yollar uzun, hava sıcak, kumlar alev alevdi ve mübârek kâfile, ilk yirmi dört saat hiç durmadan yollarına devâm etmişti.

Hz. Ebûbekir, ticâret maksadıyla zaman zaman Şam’a gidip geldiği için pek çok kişi onu tanırdı. Bu yolculukları esnâsında da tanıdığı birisiyle karşılaştıkça:

“–Ey Ebûbekir! Kimdir şu önündeki zât?” diye Fahr-i Kâinât Efendimiz’i soranlara:

“−Kılavuzumdur! Bana yol gösteriyor!” diyerek temkîn ve tedbîri elden bırakmaz, bu sözü ile de aslında: “O bana en hayırlı yolu gösteriyor!” demek isterdi. (İbn-i Sa’d, I, 233-235; Ahmed, III, 211)

Hicret Esnasında Peygamberimizin Yanında Kimler Vardı?

Resûlullâh, Ebûbekir Sıddîk ve âzatlısı Âmir bin Fuheyre ile birlikte Abdullâh bin Ureykıt[12] rehberliğinde Kudeyd mevkiinde bulunan bir çadıra uğradılar. Bu çadır Ümmü Mâbed’e âitti. Kendisi gelip geçen yolcuların su ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı. Medîne’nin mukaddes yolcuları da Ümmü Mâbed’den süt istediler.

Peygamberimizin Süt Sağması

Çadırda Ümmü Mâbed’in gâyet zayıf bir koyunu vardı ki, sütü ve yağı olmak şöyle dursun, zayıflığının had safhada olması sebebiyle, hayvancağızın sürüye katılarak meraya gitmeye bile mecâli yoktu. Bu sebeple çadırın bir köşesinde kalmıştı. Resûlullâh, koyunu sağmak için izin istediğinde Ümmü Mâbed:

“−Anam babam sana fedâ olsun! Şâyet onda süt bulabilirsen sağ!” dedi.

Sevgili Peygamberimiz, Allâh Teâlâ’nın bereket ihsân etmesi için duâ ettikten sonra besmele çekerek bizzat kendi elleriyle o gün koyundan pek çok süt sağdı.

Ümmü Mâbed’in (r.a.) bildirdiğine göre o koyun, Hz. Ömer’in halîfeliği zamânında meydana gelen kuraklığa kadar yaşamıştır.

Yine Ümmü Mâbed (r.a.):

“Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken biz onu akşam sabah sağardık.” diyerek koyundaki bereketi ifâde etmiştir.

Resûlullâh oradan ayrıldıktan sonra çadıra Ümmü Mâbed’in (r.a.) kocası Ebû Mâbed çıkageldi. Çadırda pek çok süt görünce hayretle:

“−Ey Ümmü Mâbed! Bu sütler nereden geldi? Koyunlar uzak merada, hepsi de kısır, burada ise sağılır hayvan yok! Bu ne hâldir?” diye sordu.

Hanımı:

“−Bugün bize mübârek bir zât uğradı. Şöyle şöyle güzel hâlleri vardı.” diye o gün yaşadığı hâdiseleri anlattı.

Ümmü Mâbed’in (r.a.) Hilye-i Şerifi

Kocası:

“−Aman şu zâtı bana târif et!” deyince, Ümmü Mâbed, Varlık Nûru’nun şemâilini şöyle târif etti:

“−Gördüğüm zât öyle bir kimseydi ki, güzelliği zâhir, yüzü nûrânî, ahlâkı güzel ve emsâlsiz idi. Kendisinde hiçbir ayıp olmayıp bilâkis son derece hoş-endâmlı ve güzel sîmâlıydı. Gözünde siyahlık, kirpiklerinde çokluk, sesinde nezâket vardı. Gözünün beyazı gâyet beyaz, karası gâyet kara ve Kudret’ten sürmeliydi. Kaşlarının ucu ince, saçları koyu siyahtı. Gerdanı uzun ve yüksek olup sakalı sık ve hafif uzundu.

Sustuğunda üzerinde sekînet ve vakar hâsıl olur, konuştuğunda güzellik, güler yüzlülük ve tatlı dillilik zuhûr ederdi. Sözleri sanki dizilmiş inciler gibi olup, ağzından tâne tâne çıkardı. Sözü açıktı, hak ile bâtılı gâyet iyi ayırırdı. Ne âcizlik sayılacak derecede az, ne de bıktıracak kadar çoktu.

Uzaktan görüldüğünde, insanların en heybetlisi ve en güzeli, yakınına gelince de insanların en tatlısı ve melâhatlisi idi. Orta boylu olup, boyu ne hoşlanılmayacak derecede uzun ne de gözün hakir göreceği şekilde kısaydı. Sanki bir fidandı ki, fidanlar arasında bitmiş, güzelliği onların üzerine çıkmıştı. Yanında birtakım arkadaşları vardı ki, bir şey söylediği zaman huzurla dinlerler ve verdiği emri yerine getirmek için koşuşurlardı. Hizmetine koşulan ve hürmet edilen biriydi. Mütebessim bir çehreye sâhipti. Kimseyi ayıplamaz ve azarlamazdı.”

Mekke’de Zuhur Eden Peygamber

Ebû Mâbed bu güzel sıfatları işitince yemin ederek:

“−Bu zât Kureyş kabîlesinde zuhûr eden Peygamber’dir. O’nunla berâber olup kendisine arkadaşlık etmeyi ne kadar isterdim. Yine de bir yol bulabilirsem bunu muhakkak yapacağım!” dedi.

O günlerde Mekke’de sâhibi bilinmeyen bir sesin Ümmü Mâbed’in çadırına gelen misâfirleri medheden içli şiirler okuduğu duyulmuştur. Hâtiften gelen bu şiiri duyan Hassân bin Sâbit de, Peygamber’leri aralarından çıkıp giden kavmin hüsrâna uğradığını ve O Peygamber’in Medîne’de hidâyeti neşredip Allâh’ın kelâmını okuduğunu anlatan bir şiir ile cevap vermiştir. (İbn-i Sa’d, I, 230-231; VIII, 289; Hâkim, III, 10-11)

Ebû Mâbed ve onun mesut âilesi, hep birlikte İslâm’a girerek sahâbîlik şerefine nâil olmuşlardır.

Sürâka bin Mâlik’in (r.a.) Müslüman Olması

Mukaddes kâfileyi bir türlü bulamayan müşrikler, bulanlara büyük mükâfatlar va’detmişlerdi. Bu vaatlerle gözleri kamaşanlar da, yollara düşmüştü. Sürâka bin Mâlik de bunlar­dandı.

Nitekim Sürâka uzun bir arayıştan sonra, Allâh Resûlü’ne rast geldi. O’nu görür görmez atını hızlandırdı. Fakat birdenbire atının ayakları kumlara gömülüverdi. Kendisi de yere düştü.

Ne kadar uğraştıysa da, kumdan çıkmaya ve Peygamber Efendimiz’e doğru ilerlemeye muktedir olamadı. Bir hayli uğraştıktan sonra aklı başına geldi; nâdim oldu. Allâh Resûlü’nün affına ilticâ etti. Hz. Peygamber de duâ buyurdular. Bu duâ bereketiyle Sürâka’nın atı kumlardan kurtuldu. Bu mûcizeyi gören Sürâka’nın, o anda kalp âlemi değişti ve Resûlullâh’a samîmî bir dost oluverdi. Kâfilenin yerini gizli tutmak niyetiyle geri döndü. O tarafa gelenleri de, ya geri çevirdi ya da başka yönlere sevk etti. (Müslim, Zühd, 75)

Allâh Resûlü’nün şu müjdesi, Sürâka’nın âdeta kulaklarında çınlıyordu:

“–Ey Sürâka! Kisrâ’nın bileziklerini takınacağın, kemerini kuşanacağın ve tâcını giyeceğin zaman kendini nasıl hissedecek­sin?”

Hakîkaten İran fütûhâtında Kisrâ’nın bilezikleri, kemeri ve tâcı Medîne’ye getirildiği zaman, Hz. Ömer Sürâka’yı çağırıp bunları ona taktı ve:

“−Ey Sürâka! Ellerini kaldırıp: «Allâhu ekber! Hamd olsun o Allâh’a ki, bunları “Ben insanların Rabbiyim!” diyen Kisrâ bin Hürmüz’den çıkarıp Müdlicoğulları’ndan Sürâka bin Mâlik’e taktırdı!» de!” buyurdu. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 332; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 19)

Peygamber Efendimiz Gamîm mevkiine geldiğinde, Büreyde bin Husayb ve kavmi ile karşılaştı. Onları İslâm’a dâvet etti.

Bunun üzerine onlar da Allâh Resûlü’ne tâbî olup İslâm’la şereflendiler. Varlık Nûru, Büreyde’ye (r.a.) o gece Meryem Sûresi’nin baş tarafını öğretti.[13]

Büreyde başındaki beyaz sarığı çözerek:

“–Yâ Resûlallâh! Müsâade buyurursanız, alemdârınız olayım!” dedi.

Böylece Kuba köyüne kadar Allâh Resûlü’ne bayraktar­lık yaptı.