Müslümanlar târih boyunca Kur’ân eğitimine pek büyük bir ehemmiyet vermişlerdir. Zira Allah ve Rasûlü, insanları, bir araya gelerek Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlamaya teşvik ediyorlardı.

Peygamber Efendimiz, Kur’ân’ı iyi bilenlere her yerde kıymet vermiş, onlara dâimâ öncelik tanımıştır. İmam, vâli ve kumandan gibi âmmeyle ilgili bir idârî vazifeli tâyin edeceğinde veya şehidleri defnederken hangisini önce koymak gerektiği sorulduğunda hep Kur’ân’ı daha çok bilenleri tercih etmiştir.[2]

Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Daha sonra Zeyd bin Sabit’i görünce, sancağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre -radıyallâhu anh-: “−Yâ Rasûlallah! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “−Hayır! Vallahi kızmadım! Fakat siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse başkalarına tercih edilir!” buyurdu. Evs ve Hazrec kabilelerine de, sancaklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimselere taşıtmalarını emretti. (Vâkıdî, III, 1003) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellemVedâ Haccı esnâsında: “−Ey insanlar! İlim sizden alınmadan ve ortadan kaldırılmadan evvel ondan nasîbinizi alınız!” buyurmuştu… Bir bedevî şöyle sordu: “−Yâ Nebiyyallâh! İlim bizden nasıl kaldırılır? Ellerimizde Mushaf nüshaları mevcut, onu bütün muhtevâsıyla öğrendik, kadınlarımıza, çoluk çocuğumuza ve hizmetçilerimize de öğrettik…” (Ahmed, V, 266; Heysemî, I, 200. Krş. Tirmizi, İlim 5/2653) Rivâyetin bu kısmı bize, ashâb-ı kirâmın Kur’ân-ı Kerîm’i yazma, öğrenme ve öğretme gayretlerinin ne safhada olduğunu göstermektedir. Bunu şu söz de desteklemektedir: “Sahâbeden biri evine girdiğinde hanımı ona derhal şu iki suali tevcih ederdi: 1) Bugün Kur’ân’dan kaç âyet nâzil oldu? 2)

Allah Rasûlü’nün hadislerinden ne kadar ezberledin?” (Abdülhamîd Keşk, Fî rihâbi’ttefsîr, I, 26) Ashâb-ı Suffe’ye muallim tâyin edilen Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-, insanlara Kur’ân ve yazı öğrettiğini ifade eder. O ve diğer sahâbîler, dışarıdan gelen insanları evlerinde misâfir eder, onlara ikram ve ihsanlarda bulunur ve Kur’ân-ı Kerîm öğretirlerdi.[3] Übey bin Kâʻb -radıyallâhu anh- da Medîne-i Münevere’ye gelen heyetlere Kur’ân ve fıkıh öğretirdi. (İbn-i Saʻd, I, 316-317, 345; Vâkıdî, III, 968-969) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellemHâlid bin Velîd’i bir sefere göndermişti. Hâlid -radıyallâhu anh- oradan Allah Rasûlü’ne yazdığı mektupta, Beni’l-Hâris kabilesini İslâm’a dâvet ettiğini, onların da harp etmeden İslâm’a girdiğini bildirdikten sonra şöyle der: “Aralarında ikâmet ediyorum, onlara Allah’ın emrettiği şeyleri söylüyor, nehyettiklerinden sakındırıyorum. Allah Rasûlü’nün mektubu gelinceye kadar onlara İslâm’ın esaslarını ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini öğreteceğim. Ve’s-selâmu aleyke yâ Rasûlallâh!” (Prof. Dr. Muhammed Hamîdullah, el-Vesâiku’s-siyâsiyye, s. 165- 166) Peygamber Efendimiz, kendisine gelip yeni müslüman olan heyet üyelerinin Medine’de bir müddet kalarak Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînî esasları öğrenmelerini ve kendi tatbikatını müşâhede ederek İslâm’ı anlamalarını isterdi. Meselâ Abdülkays heyeti geldiği zaman Ensâr’dan, onları misafir etmelerini ve ikramda bulunmalarını istemişti. Bu arada gerekli dini malumatı öğretmelerini, namaz için lüzumlu sûreleri ezberletmelerini tenbihlemişti. Sabahleyin geldiklerinde hâl ve hatırlarını, Ensâr’ın ilgisinden memnun olup olmadıklarını sordu. Onlar da memnuniyetlerini ifade ettiler. Ashâbın gayreti ve Abdülkays’lıların öğrenme azminden son derece memnun kalan Peygamber Efendimiz, onlarla tek tek ilgilenerek ezberledikleri Tahiyyât’ı, Fâtiha’yı, diğer sûreleri ve öğrendikleri sünnetleri bizzat kendisi kontrol etti. (Ahmed, III, 432; IV, 206) Görüldüğü gibi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisine gelen heyetlerle çok yakından ilgilenirdi. Geri dönerken de onlardan, burada öğrendikleri şeyleri memleketlerinde öğretmelerini isterdi.[4] Aynı ilgi ve alâka tek başına gelenler için de geçerliydi. Nitekim Umeyr bin Vehb, Medine’ye gelip müslüman olduğunda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellemashâbına: “–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine Kur’ân okuyup öğretiniz!..” buyurmuştu. (İbn-i Hişâm, II, 306-309; Vâkıdî, I, 125-128; Heysemî, VIII, 284-286) Gece gündüz devamlı Mescid’de kalan Ashâb-ı Suffe, bir taraftan ilim öğrenir, bir taraftan da devamlı çalışarak talebe ve hoca yetiştirirlerdi. Peygamber Efendimiz ve halîfeleri, İslâm dünyasının muhtelif merkezlerine pek çok âlim sahâbîyi hoca olarak göndermişlerdir. Onlar insanlara Kur’ân’ı ve sünnetleri öğretiyorlardı.[5] Meselâ Mus’ab bin Umeyr - radıyallâhu anh- Medîne’ye muallim olarak gönderildiğinde, insanlara İslâm’ı anlatıyor ve her fırsatta Kur’ân okuyordu.[6] Şam’a gönderilen Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anhorada uzun süre yaşadı ve çok meşhur bir ilim halkası kurdu. Onun gözetimi altındaki talebelerin sayısı 1600’ü aşıyordu. Talebelerini onar kişilik gruplara ayırdı. Onlara toplu olarak ve grup grup dersler verirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra hemen derse başlardı.[7] Benzer metodlar başka sahâbî ve tâbiîn tarafından diğer şehirlerde de tatbik edildi.[8] Ebû Mûsâ el-Eşʻarî -radıyallâhu anh- Basra’da halka ders verirdi. Saflar arasında bir o yana bir bu yana giderdi. Onlara secde âyeti de öğretir ve sonunda tek secde yapardı.[9] Hz. Ömer -radıyallâhu anh-, Yezit bin Abdullah’ı merkezden uzakta yaşayan bedevîlere Kur’ân öğretmek için gönderdi. Ebû Süfyan’ı da bedevî kabilelere giderek öğrenim derecelerini tespit için müfettiş tayin etti.