Her geçen gün hayatımıza yeni bir teknolojik ürün giriyor. Akıllı telefonlar, giyilebilir cihazlar, yapay zekâ destekli asistanlar…

Evimizde konuşan bir robot var, otomobiller kendi kendine yol alıyor ve hatta artık algoritmalar bize kitap öneriyor. Teknoloji, hayatımızı kolaylaştırmanın ötesine geçip bizimle "insan gibi" iletişim kurmaya başladı. Peki, bu ilişki ne kadar doğal?

Bir düşünelim: Sabah gözümüzü açtığımızda elimizin ilk uzandığı şey telefon oluyor. Gündelik sohbetlerimizde "Bir saniye, Google’a bakayım," demeden edemiyoruz. Peki, bizi biz yapan refleksler ne kadar insanca kaldı?

Öte yandan, teknolojiye insanlık kazandırmak için büyük bir çaba var. Yapay zekâ duygusal analiz yapıyor, metinlerde empati arıyor, robotlar insan mimiklerini taklit ediyor. Ama teknolojiye ne kadar "insan" eklersek ekleyelim, onu kullanma şeklimiz bizi "robotlaşmaya" daha da yaklaştırıyor olabilir mi?

İşin ilginç yanı, teknolojiyi üreten de, onun verdiği sonuçlara göre hayatını şekillendiren de biziz. Bu çift taraflı ilişkinin ortasında, insan olmanın temel taşlarını sorguluyoruz: Empati, yaratıcılık ve spontane düşünme. Acaba her sorumuzun cevabını saniyeler içinde öğrenmek, bizi düşünme zahmetinden kurtarıyor mu? Yoksa o zahmet, zaten bizim insanlığımızın bir parçası mıydı?

Teknolojiye karşı romantik bir duruş sergileyelim demiyorum. Ama onun hızına yetişmeye çalışırken kendimizi bir algoritmaya dönüştürmekten de kaçınmalıyız. Belki de arada bir telefonumuzu kapatıp bir kalemle yazı yazmalı, bir kitabın sayfalarını çevirmeli ya da sadece bir dostumuzla uzun bir sohbet etmeliyiz.

Çünkü bir gün bu yarışın galibi belli olacak: Ya insana benzeyen makineler ya da makineleşen insanlar. Ve hangisinin daha değerli olduğunu anlamak için belki de şimdiden küçük bir mola vermeliyiz.