Yüce Allah’ın insana bahşettiği en büyük nimet ve insanı diğer mahlukattan ayıran en belirgin özelliği akıldır. Bunun için Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz sıkça aklımızı çalıştırmaya ve tefekkür etmeye bizleri teşvik etmektedir.
Basiretimizi açıp kainata tefekkür gözüyle baktığımızda Allah’ın hiçbir mahlukunu boş, vazifesiz, yaratmadığını ve onu başıboş bırakmadığını müşahade eder. Aynı zamanda bütün mevcudatın insana hizmet için yaratıldığını da ayne’l-yakin temaşa eder.
Peki, mikrodan makroya, zerreden küreye, hiçbir şeyi boş yaratmayan ve başı boş bırakmayan Allah’ın; en güzel şekilde yarattığı, akıl ve konuşma nimetini ikram ettiği, yerde ve gökteki her şeyi emrine amade kıldığı insanı boşuna yaratması ve başıboş bırakması mümkün olabilir mi? Elbette hayır!
“Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?” [1] ayetinde Rabbimiz de insanın kendi haline bırakılmayıp bir görev için yeryüzüne gönderildiğine dikkatimizi çekmiş ve bu görevimizi biz insanlara öğretmeleri için peygamberler göndermiştir.
İnsanın yaratılış gayesi ve yeryüzüne gönderiliş amacı tek kavramla “ubudiyettir”. Ubudiyet; insanın Rabbini tanıması, onun varlığını ve birliğini ikrar etmesi, emir ve yasaklarına uyması, göndermiş olduğu vahyi bütün bir hayatına hâkim kılması, peygamberi kendine tek rehber ve önder edinmesi ve kayıtsız-şartsız Allah’a teslim olması demektir.
İşte insan hayatı boyunca bu “ubudiyet görevini yerine getirip getirmediğinin imtihanıyla karşı karşıyadır. Bir başka ifadeyle insan imtihan edilmek üzere dünyaya gönderilmiştir. Onun için bazı ayetlerde yüce Allah, kimin daha salih amel işleyeceğini imtihan etmek için hayatı ve ölümü yarattığını ifade buyurmuştur.
Bu imtihan ibadetleri ifa ve diğer ilahi emirlere itaat ve günahlardan sakınma şeklinde olabileceği gibi, fakirlik, hastalık, bela ve musibetlere duçar olma şeklinde de olabilmektedir. Bu şuura sahip olan Müslüman yaşadığı her anın kendisi için bir imtihan olduğunun farkında olarak Allah’a ve Allah’ın kendisi için takdir ettiği her şeye engin bir teslimiyetle sabır gösterir, sebat eder.
Nitekim alimlerimiz sabrın üç kısım olduğunu ifade etmişlerdir. Birincisi şeytana ve nefse inat, günahlara bulaşmama ve harama karşı gösterilecek sebat. İkincisi Allah’ın emrettiği ibadetleri ve diğer emirleri aksatmadan ifa etmede gösterilecek irade. Üçüncüsü de başına gelen her türlü bela, musibet vb. olumsuzluklara karşı pes etmeden Allah’a teslim olmaktır.
Bu itibarla; Hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine iman etmesinin bir gereği olarak Müslüman’a düşen görev “lütfün da hoş kahrın da hoş” diyerek Rabbinin kendisi için takdir ettiği fakirlik, hastalık, bela ve musibetlere sabır kalkanıyla karşılık verip direnmek; günahlardan sakınma ve ibadetlere devam etme noktasında da azm-ü sebat göstermek suretiyle rıza-i ilahîye ermeye çalışmaktır.
Sosyolojik ve psikolojik birçok faydayı ihtiva etmesinin yanında başka hiçbir ibadetle erişilemeyecek uhrevî makamlara ulaşmanın da vesilesi olan sabır, pasif kalmak ya da çaresizlik değil, “sabrederek ve namaz kılarak yardım dileyin”[2] ayetinde de buyrulduğu gibi insanın azmini ortaya koyup göğüs gererek direniş göstermek suretiyle Rabbinin yardımını istemektir.
Sabır bela, musibet ve hastalıklara karşı ümitsizliğe kapılmadan, oturup ağlayıp sızlamadan, Allah’ı başkasına şikayet etmeden, sabır timsali Hz. Eyyûb’un “şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin”[3] Hz. Yakub’un da “ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim”[4] dedikleri gibi yalnız Allah’a niyaz edip O’na sığınmaktır.
Sabır, Allah’a kulluğun gereği olan ibadetleri hakkıyla ifa ederken karşılaşılan zorluklara göğüs germek; Allah’ın yasakladığı haramlara bulaşmamak için nefsin dürtüsü ve şeytanın vesvesesine karşı “hayır” diyebilmek ve direnç göstermektir.
Sabır dünyanın, menfaatin ve şehevî arzuların cazibesine aldanmayıp mümince bir duruş sergilemek ve sırat-ı müstakim üzerinde sebat etmektir.
Sabır başkasının derdiyle dertlenen Müslüman’ın nebevî bir görev olan iyiliği emredip kötülükten sakındırırken ve dinini tebliğ etme görevini ifa ederken karşılaştığı zorluklara, horlanmalara ve dışlanmalara karşı pes etmeyip yoluna devem etmektir.
İşte bu şekilde sabreden müminlere yüce Allah büyük ihsanlarda bulunacağını müjdelemiştir. Mesela: “Allah sabredenleri sever”[5] ayetinde Allah’ın sevgisine; “Allah sabredenlerle beraberdir”[6] ayetinde de Allah’ın yardımına mazhar olacakları; “Elbette sabredenlere amellerinin en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz”[7] ayeti ve efendimizin birçok hadisi şeriflerinde de sabredenlere yüce Allah tarafından dünyada zafer, âhirette de cennetin verileceği ifade buyrulmuştur.
Bu büyük müjdelere ermek için, başta peygamberler olmak üzere tüm Allah dostlarının da yaptığı gibi, bir mümin olarak bizler de karşılaştığımız her sıkıntı, hastalık, bela ve musibetlere karşı sabırla karşılık verip, rabbimizin şefkatine sığınmalı ve O’na dayanmalıyız. Kesinlikle; işi velveleye vererek, ah vah çekerek, niye bunlar geldi başıma diyerek, isyan etmemeliyiz. Aksi takdirde musibetin sevabından mahrum kalacağımız gibi emr-i ilahîye razı olmama gibi bir duruma düşeceğimizi unutmamalıyız.
Efendimizin sabırla ilgili birkaç hadis-i şeriflerinin mealiyle yazımızı noktalayalım:
“Yorgunluk, sürekli hastalık, tasa, keder, sıkıntı, ve gamdan ayağına diken batıncaya kadar Müslüman’ın başına gelen her şeyi, Allah, onun hatasını bağışlamaya vesile kılar.”[8]
“Allah iyiliğini dilediği kulunun cezasını dünyada verir. Fenalığını dilediği kulunun cezasını da, kıyamet günü günahını yüklenip gelsin diye, dünyada vermez.”[9]
“Erkek olsun, kadın olsun mümin Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan ve malından bela eksik olmaz.”[10]