Hayra çağırıp, kötülüğü def etmede, insaları Hakk'a çağırmada Tasavvufî üslubun önemi ve etkisi nedir? Ebû Derda Hazretleri'nden ibretlik bir kıssa ile üslubun önemi...

Ashab-ı kiramdan Ebû Derda Hazretleri Şam'da kadılık yapıyordu. Birgün halkın bir günahkâra sövüp saydıklarını işitti ve onlara:
"-Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz ne yaparsınız?" diye sordu.
Oradakiler:
"-İp sarkıtıp çıkarmaya çalışırız." deyince Ebû Derdâ Hazretleri bu defa:
"-Öyleyse günah kuyusuna düşmüş bu adama da niçin bir ip sarkıtıp onu kurtarmayı düşünmüyorsunuz?" diye sordu.
Şaşırdılar:
"-Sen bu günahkâra düşmanlık duymaz mısın?" dediler.
Ebû Derda Hazretleri de şu hikmetli cevabı verdi:
"-Ben, onun kendisine ve şahsiyetine değil, günahına düşmanım."
Bu misâlde Ebû Derdâ Hazretleri'nin mü'min gönüllere yerleştirmek istediği pek derin hikmetler vardır. Bu hikmetler, Cenâb-ı Hakk'ın emir ve rızası ile Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in yüce ahlâkından ümmete yansıyan ulvî pırıltılardır ki bunlar, İslâm tarihinde hep birer olgunluk düstûru olarak hidâyet sürûr ve nûruna vesile telakkî olunmuş ve amel-i sâlih toprağında kökleşerek tasavvufî bir üslûp hâline gelmiştir.

GÜNAHKÂRI, GÜNAHI İÇİNDE BOĞMAYIP TEVBE DERYASINDA ARINDIRMA GAYRETİ

Bu üslûp, günahkârı, günahı içinde boğmayıp, onu müsamaha, afv, merhamet ve muhabbet ikliminde, tevbe deryasında arındırma gayretidir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, Ebû Cehil gibi müşriklerin en azgınına dahî böyle bir incelikle yaklaşmış ve muhatabının günah çukurlarını çomaklayıp rezaletleriyle uğraşmamış, sadece ve sadece îmânın kurtuluş ve seadet deryasında tertemiz olmaya çağırmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ın îmân ve tevbeye sarılan kimsenin evvelki günahlarını silmesi, hiç işlememiş gibi muamele buyurması, hatta samîmiyet ölçüsünde o günahların hepsini sevap defterine aktarması, bu hususta bize yol gösteren büyük bir hikmet meş'alesidir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
"Ancak tevbe ve îmân edip güzel ameller işleyenlerin, işte Allâh onların kötülüklerini iyiliklere (günahlarını sevaplara) çevirir. Allâh çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir." (Furkân, 70)
Bu yüce merhametten nasip alamayanlar, hem kendilerinin hem de insanlığın düşmanıdırlar. Böylesi merhamet ve şefkat bilmeyen gâfiller, ilâhî nasiplerinin yollarını tıkayan zavallılardır. Ancak merhamet kaynağını elde eden Mevlânâlar ve Yûnuslar gibi Hakk dostları ise, insanların da dostları olarak herkes tarafından, hatta kurdu ve kuşuyla bütün bir kâinat tarafından sevilen nûr yüzlü mütebessim birer cennet gülleridir. Onlar dikenlerin üzerinde dahi âleme güzellik dağıtır ve gönül yaralarını tedavi ederler. İşte önemli olan budur; gül tabiatli olabilmek, yâni bu dünyâ bahçesinde dikenleri görüp onlardan incinerek dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler de girse onları bahar iklîmleriyle kucaklayarak bütün âleme bir gül olabilmek... Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
"Ay geceden ürkmediği, karanlıklardan kaçmadığı içindir ki nûrlandı, ışık saçmaya başladı. Gül de o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı."
"Bu hakikati gülden de işit. Bak o ne diyor: Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesilesiyle âleme güzellikler ve hoş kokular dağıtma imkânına kavuştum..."
Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri, bu hâle erişebilmek için zarûrî olan üslûbu bir beytinde şöyle hulâsa eder:
Ol dost için ağuları (zehirleri),
Şeker gibi yutmak gerek!..
Merhûm Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî -kuddise sirruh- Hazretleri'nin bir talebesi geçirdiği buhran dolayısıyla zaafa uğramış ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelmişti. Kapıyı açan kişi:
"-Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?" diye azarlayınca bitkin ve bîçâre adamcağız:
"-Beni merhametle kucaklayacak başka bir kapı var mı ki!.." dedi.
Olup biteni içeriden işiten Hazret, hemen kapıya geldi ve o gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek onu can sarayına aldı. Onun vîrâne olmuş gönlünü merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ etti. Bu gönül inceliği üslûbu ile irşâda mazhar olan o şahıs da bütün menfî hâllerinden kurtularak ileriki hayâtında sâlihler zümresine dâhil oldu.

ASLINA İTİBAR VE İLTİFÂT

İşte insana mutasavvıfâne bir gözle bakmak, onun günahlarla kirlenmiş durumundan ziyâde aslına itibar ve iltifât etmeyi gerektirir. Tasavvufî üslûbun -günâhı değil- günahkârı hoş görüp merhametle kucaklamasının derin bir hikmeti de işte budur. Gerçek bir mutasavvıf, günahkâr insanı, kanadı kırık bir kuş gibi şefkat ve alâkaya muhtaç bir varlık olarak telâkkî eder. Onun buhranlı rûhunu teskîn etmenin, yeniden sıhhat ve huzûra kavuşturmanın endişesini sînesinde hisseder. Çünkü Hâlık için mahlûka gösterilecek şefkat ve müsâmaha, mü'minleri kemâle ve fazîlete erdiren en kuvvetli bir müessirdir.
Ashâbdan biri, ceza vere vere artık bıktıkları bir içki mübtelâsı hakkında lânet etmişti. Bunu işiten Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
"Ona lânet etmeyin. Allâh'a yeminle söylüyorum, bu adam hakkında bildiğim bir şey varsa, o da, Allâh ve Rasûlü'nü sevmiş olmasıdır." (Buhârî, Hudûd, 5)
Çünkü insan, asıl gâyesinden ne kadar uzak kalırsa kalsın "insan" olmak haysiyetiyle yine de yüce bir şeref sâhibidir. Onun öz cevherindeki yücelikten habersiz olarak günah bataklığına saplanması, tıpkı Kâbe-i Muazzama'nın duvarındaki Hacerü'l-Esved'in, oradan yere düşüp kir pas içinde kalması gibidir. Bu hâle lâkayd kalarak feverân etmeyecek hiçbir mü'min vicdânı tasavvur olunamaz. Bu hâlde bile mü'minler Hacerü'l-Esved'e hürmetten vazgeçmezler. Onu derhal tozu toprağıyla kapar, gözyaşları ve dilleriyle temizleyerek eski yüce ihtiram mevkiine koymak için birbirleriyle yarışırlar.